İttihatçılık ve onun bugün için siyaset aracı olan Ergenekon, bütün ulusalcı ve totaliter sistemlerde olduğu gibi, siyasi varlığını tarihsel mağduriyetler ve yenilgiler üzerine kurdu.
Bu yüzden de, Ergenekon fikri etrafında toplananlar, dava sürecinin başladığı tarihten bu yana, ortamın yumuşamasını ve yargılanan sanıklara yarayabilecek bir normalleşme yaşanmasını hiç istemediler.
Siyasetin devamının, mağduriyetin devamından geçtiğine inandılar.
Ergenekon davasında, geçmişte hiçbir şey olmamış gibi davranıldı, suçun inkarı benimsendi ve yargılamanın gayrı meşru olduğu iddia edildi.
Osmanlı İmparatorluğunda İttihatçılığı doğuran sebepler elbette çok geride kaldı.
İttihatçılığa mutlak iktidarın kapsını açacak gibi görülen başta Ermeniler ve Süryaniler olmak üzere Anadolu halklarının uğratıldığı büyük ‘felaket’, paradoksal olarak İttihatçılığın tarihte uğratılmış en büyük siyasi yenilgilerden birini yaşamasına yol açtı.
İttihatçılık o tarihten bu yana Türkiye’nin siyasi kültüründe yaşamaya devam eden ve uygun koşullar oluştuğunda yeniden gündeme gelen bir iktidar talebi ve dolayısıyla bir iktidar çatışmasıdır.
Şiddetin ve darbeyle iktidara el koymanın vazgeçilmezliğini esas alma, siyasi cinayetlere başvurma, tarihi olayları dezenfermasyona uğratma, dün olduğu gibi bugün de İttihatçılığın başvurduğu başlıca yöntemlerdir.
Savaştan iktidar devşirenler
1915 ve 1984 tecrübesi (Kürt savaşı) İttihatçılığın tarihsel gelişiminde iki önemli dönemi ifade eder. 1915’te sona erdiği düşünülen ve bir daha siyasi olarak dirilemeyeceğine inanılan İttihatçılık bana kalırsa 1984’ten sonra Kürt savaşının yarattığı siyasi ortam içinde yeniden güçlenmiş ve Ergenekon örgütünün en üst düzey yöneticileri, bu ‘savaş sahasında’ elde ettikleri tecrübelerle güç ve iktidar elde etmişlerdir.
Ergenekon’un Fırat’ın ötesinde otuz yıl devam eden savaştan, güç ve iktidar devşirmeyi sadece JİTEM’in faaliyetlerine bağlamak ise, son derece eksik bir yaklaşım olur.
Kürt toplumu içindeki İttihatçı faaliyetler çok daha kapsamlıdır.
1984’te başlayan dönem, kısa süren bir şaşkınlıktan sonra, İttihatçıların, fırsatları değerlendirerek, ‘Kürt alanına’ egemen olmayı başardıkları ve belli bir bölgede mutlak iktidarı elde ettikleri bir dönemdi.
Bu yüzden Kürt savaşının bitmesini hiç istemediler ve bu savaşa dört elle sarıldılar. Kürt savaşına dört elle sarılmaları ve hala da aydınlanmaya muhtaç olayların, katliamların, cinayetlerin merkezinde belli başlı Ergenekon sanıklarının görünüyor olmasının nedenleri araştırılmadan Ergenekon davasının bittiğini söylemek mümkün değildir.
Çatışma ve gerilim siyaseti
Nihayet, herkes farkındadır ki, Türkiye’yi 21. Yüzyılda Ergenekon benzeri bir örgütle yönetme arzusu hüsranla sonuçlanmıştır. Ama Ergenekon cephesinde geçmişin hatalarıyla yüzleşmeye dair en ufak bir niyet söz konusu değildir. Ergenekoncular on yıl içinde başarısız kalmış birkaç darbe girişiminde bulundular.
Ortada ne pişmanlık var ne suçun kabulü!
Kararın açıklandığı gün, mahkeme salonundan tehditler yükseldi, sonbaharda yaşanacak sıcak günlerin müjdesi verildi!
Türkiye bu yarasını nasıl saracak?
Siyasi bir af ve helalleşme mümkün müdür?
Acaba siyasi bir affı ve helalleşmeyi Ergenekon örgütü ister mi?
İsterse, Ergenekon’dan geriye ne kalır?
Cevaplanması gereken sorular bunlar..
Kılıçdaroğlu siyasi bir af için ortamın uygun olmadığını söylerken, siyasi ortamdan ziyade önemli bir gerçekliği ifade ediyor: CHP ve ulusalcılar siyasetlerini çatışma ve gerilim üzerine kurdular. Bu gerilim sanıklara büyük zarar verdi. Suçu kabule yanaşmadılar. Ergenekon fikriyatında ve sisteminde eleştirilecek hiçbir kusur olmadığına inandılar.
1984’te Doğu ve Güneydoğu’da meydana gelen ve tümü de insanlığa karşı işlenmiş suçlardan ötürü bırakalım pişmanlık duymayı, bu suçları işleyenleri kahraman olarak gördüler. Mahkeme salonlarından yapılan isyan çağrıları, davayı itibarsızlaştırmada başı çeken CHP’nin Ergenekon merkezli siyasetinin devam etmesine yaradı, ama sanıklara da zarar verdi.
Ergenekon davaları bu bakımdan bir siyasi istismar ve siyasi kullanım alanıdır. Öyle kalmasını da en çok CHP istemektedir.
Birileri Silivri’de bedel ödeyecek birileri de bu bedelin siyaseti yapacak!
Normalleşmeye duvar örmek
Sayın Kılıçdaroğlu kendisini ve partisini Ergenekon’a diyet ödemeye mecbur eden süreci, CHP’ye genel başkan olmaya karar vermekle bizzat başlatan kişidir.
Kemal Bey, bir kasetle partinin başına gelince meşruiyet filan aramadı, ama Ergenekon kararını peşinen gayrı-meşru ilan etmede de gecikmedi.
Karar açıklandıktan sonra başlayan af tartışmalarına katıldı ve bugün için siyasi affın mümkün olmadığını ifade etti. Olabilir, ama siyasi koşulların bir siyasi affı mümkün kıldığı ortamları hazırlamak da siyasetçilerin görevi değil midir?
Eğer bu mesele Türkiye’nin toplumsal barışına zarar veriyorsa, normalleşmeyi talep etmek en doğru olan tutum olmaz mı?
Her şeyi inkar ederek, geçmişte hiçbir şey olmamış gibi davranarak, bana göre başta Zekeriya Öz olmak üzere, her biri çoktan Hrant Dink ödülü almayı hak etmiş hakimlerin, savcıların aldığı kararları gayrı meşru ilan ederek bu normalleşmeye giden yolu açmak elbette mümkün değildir.
CHP ve ulusalcılar normalleşme değil, sürekli gerilim istiyorlar. İttihatçılığın ve Ergenekon sisteminin hiçbir şekilde eleştirilmesine tahammülleri yok.
Bu tablo tarihteki kendi benzerlerini hatırlatıyor.
Karanlıkta fısıldaşanlar
Stalin rejimi 1937-38 arasında 700 bin rejim muhalifini kurşuna dizdi. Milyonlarca Sovyet vatandaşı Stalin döneminde ‘karanlıkta fısıldaşan’ insanlar topluluğuna dönüştü. Ama hem bu karanlıkta fısıldaşan milyonlarca insan, hem kurşuna dizilenler arasında, sistemin yani komünizmin yanlış olduğuna inanan kişilerin sayısı yok denecek kadar azdı. On binlerce kişi kurşuna dizildiği son ana kadar komünizm fikrine bağlı kaldı. Aralarında ünlü edebiyatçıların, düşünür ve siyasetçilerin olduğu kimi kurbanlar ise, geride kalan akrabalarına ve dostlarına Stalin rejimine bağlı kalmayı tavsiye ettiler.
Davanın itibarsızlaştırılması politikası yanlıştı. Davayla bütün siyasi kaygı ve hesapların ötesinde gerçek bir yüzleşme yaşansaydı, Ergenekon davasından sanıkların lehine bir karar çıkabilirdi.
Ama bu sefer de kararın itibarsızlaştırılması kampanyası başladı ve bu yeni kampanya da, İlker Başbuğ üzerinden yürütülüyor.
Gerekçeli karar açıklanmadan İlker Başbuğ’un sırf genelkurmay başkanlığı görevinde bulunmuş olması nedeniyle suçsuz ilan edilmesi, bu suçsuzluğa dair toplumun güven duyabileceği itibarlı insanlardan gelen açıklamaların bir çeşit kefilliğin peş peşe gelmesi, doğru başlamış ve doğru sonuçlanmış olan bir tarihsel davaya zarar vermekte, Ergenekon sürecinin arkasında duran kamuoyunun siyasi tercihlerinden şüphe duyulmasına yol açmakta ve bu zihniyetin, bu örgütlerin yol açtığı büyük acıları yaşamaya devam eden insanların vicdanını da yaralamakta, adalet beklentilerini yok etmektedir.
Normalleşmeye ve helalleşmeye evet, ama inkar ve suçu yok saymaya hayır!