Yakın dönemin çok önemli ve her biri demokratik değişimle biten vak’aları vardı.
2007 öncesi günleri hatırlayalım... Cumhurbaşkanlığı seçimine gidilirken yaşanan o sarsıcı olayları. Cumhuriyet mitingleri, 27 Nisan bildirisi, Danıştay cinayetiyle başlayan provokasyonlar, intikamcı, yok edici, ötekileştirici siyaset dili...
Kemalist-laikçi sistem bütün kozlarıyla kendisine ebedi garanti sağlayan sistemi ayakta tutmaya çalışırken demokrasi de Ankara kapılarını zorluyordu. İstedikleri olmadı. Seçimi de Çankaya’yı da kaybettiler ama ardından AK Parti hakkında kapatma davası geldi... O da çare olmadı.
Aynı günlerde bir yandan bu kuralsız saldırılara karşı sert bir mücadele verilirken bir yandan da Türkiye’nin darbeci ve vesayetçi geçmişinden arınma öyküsü yazılmaya başlandı.
Bugün, usul tartışmaları üzerinden kritik edilen davaları hepsi o öykünün değerli birer parçalarıdır. 2010 yılında yapılan 12 Eylül referandumu ise tarihi dönüm noktasıydı.
Bugün ise karşı karşıya bulunduğumuz sorular şunlardır:
Türkiye vesayetin anayasa ve yasalardan kaynaklanan gücünden büyük ölçüde kurtulmuştur ama zihniyet hala ayakta mıdır? Hala, fırsat bulduğunda zihinlerindeki o “Eski güzel Türkiye”yi hayata geçirmek niyeti taşıyan unsurlar aktif midir?
Bu sorulara mantıklı, kesin ve geride şüphe bırakmayacak cevaplar bulmak zorundayız.
Başbakan’ın cezaevinden hastalığı nedeniyle tahliye edilen emekli generale karşı gösterdiği insani hassasiyet tek başına bir cevap sayılmaz. Adı üzerinde o bir insani tavırdır.
O fotoğrafın altına “Bu iş bitti, her şey geride kaldı” diye yazamazsınız. Başbakan da yazmaz bunu...
Bununla birlikte Başbakan olarak ülkedeki her eylemin özellikle yargısal eylemlerin usulünce ve muhakkak surette hukuka uygun olmasını gözetmek gibi bir sorumluluğu vardır. Türkiye arınırken geride kırgınlıklar, yarım kalmış hesaplar ve haksızlıklar kalmaması gerekiyor.
Erdoğan’ın bir süredir uzun tutukluluk ve tutuksuz yargılama konusu açmış olması bundan başka amaç gütmüyor, güdemez de.
Neticede, darbe, darbe girişimi, vesayet, provokasyon eylemlerinin bir numaralı hedefi bizzat kendisidir. O zihniyet ayaktaysa yaşıyorsa ve fırsat kolluyorsa da bulduğunda kapısını çalacağı ilk isim yine Başbakan’dır.
Dahası... Erdoğan’ın hem siyaseti hem de değişmez vaadi de bu anlayışın sistemden ebediyen silinmesidir.
Siyasal iktidarı hak etmeyen tek bir unsurla paylaşmayan Başbakan’ın geleneksel iktidar ortaklarına kapı aralaması düşünülemez.
Yargılamalar bittiğinde, kararlar verildiğinde; yani, toz bulutu indiğinde Türkiye’nin elindeki değerli malzeme bir daha asla darbe teşebbüsü yapılamayacağı; bırakın yapanlara aklından dahi geçirenlere bile müsahama göstermeyeceği yeni bir demokratik seviye olacaktır.
Değişmez ve değiştirilemez hedef budur. Toplum da bu hedefin ısrarlı takipçisidir.
Evet, büyük adımlar atıldı, ders alması gerekenlerin bir bölümü derslerini aldı, destekçilerin bir kesiminin umudu kesildi, görüyoruz. Ama yukarıdaki soruların cevabını kesinleştirmek için o günü beklemek gerekmektedir. Toz bulutunun indiği günü...
Belki o gün Türkiye, vesayet sistemini kağıt üzerinde de tarihe gömen yeni anayasasını yapmış olur.