Bizde demokrasi, Batı’da olduğu gibi, bireysel hak ve özgürlükler üzerine inşa edilmiş bir sistem değildir. İmparatorluk bakiyesi bir toplumun barındırdığı etnik ve dini kimliklerin kendi aralarında ve devletle çatışması ve bu kimlikler adına talep edilen haklar, beklendiği gibi bizde demokratik zemini güçlendirmeye yaramadı, tersine demokrasi mücadelesine zarar verdi ve demokratik zemini oldukça zayıflattı.
Kürtler, etno-kültürel dinamikleri bastırıldığı için, cumhuriyetle birlikte şiddete yöneldiler.
Bu şiddetin hem demokrasimize hem de ülkenin geleceğine verdiği zarar-ziyanı bugün ancak o büyük kayıplardan sonra düşünebiliyor ve ‘keşke böyle olmasaydı’ diyoruz.
Olacağa çare yok tabi. Olan oldu. Son isyanın lideri, şimdi İmralı’da, bu hakikatin muhasebesini yapmakla meşgul. Öcalan’ın muhasebesi, gerçek bir hafızaya ve tecrübelere dayandığı için, en doğru ve en objektif analizleri o yapıyor ve işe yarayacak demeçler, siyasi tavır ve tercihler hep ondan geliyor.
Düşünmenizi rica ediyorum:
Gezi’den bu yana Kürtler sokaklarda olsaydı, dağlardan asker ve gerilla cesetleri hala gelmeye devam etseydi, hangi demokrasi, hangi ideoloji Türkiye’nin ulusal birliğini, bütünlüğünü korumasına yetebilirdi?
Cumhuriyet’in bir mağdurunun vaziyeti bu.
Gelelim öbür mağduriyeti, yani İslami mağduriyeti temsil iddiasında olan diğer harekete. Hizmet hareketiyle hükümet arasında on yıldır devam eden siyasi dayanışma ve seçimlerde yaşanan işbirliği, yerini neden giderek sertleşen bir çatışmaya bıraktı?
Hükümet paralel devlet diyor, hizmet hareketi, mağduriyete sığınıyor.
Ama öyle derin analizler olmadan, sadece yaşadıklarımıza bakarak, hizmet hareketinin, kendi tarihinin en güçlü ve en itibarlı dönemini, son on yılda yaşadığını biliyoruz.
Mağduriyeti öne çıkarmanın, derde deva olmadığını gösteren başka nedenler de var.
AK Parti iktidarı, siyasi tarihimizde hiçbir siyasi iktidarın niyetlenmediği, iki önemli şeyi niyet etti ve bu niyetinde de başarılı oldu:
Cumhuriyet’in mağdurlarını-İslamcılar ve Kürtler-yaşadığımız değişim sürecinin etkili iki aktörü iki dinamiği olarak kabul etti. Bunlardan ilkiyle, yani İslamcılarla, askeri vesayetin tasfiyesi ve yeni darbe girişimlerine karşı mücadelede on yıl beraber yürüdü ve hiçbir sorun yaşamadı. İkincileriyle ise yani Kürtler’le, en azından çözüm süreci dediğimiz süreçten bu yana ‘bir arada’ bulunuyor ve şu içinde bulunduğumuz koşullarda temelden bir değişim olmasa, açıkçası hükümet 30 Mart seçimlerini kaybetmese, çözüm sürecinin daha ileri bir aşamaya taşınması zor görünmüyor.
Cumhuriyet’in mağduru olan Kürtler’in, devlet sistemi içinde kadrolaşmaları, o manada bir paralel devlet oluşumu bildiğimiz nedenlerle, imkansızdı. Kurucu felsefenin, yani Türk-İslam sentezinin dışında kalarak böyle bir şeyi başarmak, yani Kürt kimliğiyle devletin içine sızmak mümkün değildi..
KCK sistemi, bu manada devlet içinde etkin bir güç olmayı değil ‘devlete rağmen farklı bir devlet işleyişini’ öngörmekteydi. ‘Diyarbakır’da görev yapan yargıçların arasında KCK’lı yargıçlar var, ya da Emniyet’e KCK sızdı’ gibi bir haberle karşılaşsak, acaba tepkimiz ne olurdu? Yani, Kürtler belli bir dönemde kimliklerini tamamen inkar eden sistemi ret etmek yerine aynı sisteme yatırım yapmayı, yani devlet içinde siyasi manada kadrolaşmayı tercih etselerdi acaba nasıl bir tabloyla karşı karşıya kalırdık? KCK mahkemeleri, ve Öz savunma güçleri var elbet, ama bunlar sistem içinde değil, sistem dışında kurulan alternatiflerdir.
İslami hareketler, yaşanan mağduriyetlere rağmen, kurucu felsefeyle-Türk-İslam senteziyle, pek çatışma yaşamadılar. Bu felsefeye en az devleti yöneten Kemalist-seküler kadrolar kadar sahip çıktılar.
Ama kendini devletin şerrinden ve zulmünden korumanın bir yolu olarak; müminlerin, eğitilmesi yoluyla devlet bürokrasisi içinde görev alabilmelerinin sağlanması hizmet hareketi dahil, hemen tüm dini referanslara sahip İslami -sivil toplum örgütlenmelerinin amaçları arasında olmuştur.
Yani Hüseyin Gülerce dostumuzun tespit ettiği şey: ‘Bu dünyada biz de varız heyecanı’ ile hareket etmek.
Bu heyecanın bugün Türkiye’yi artık bir hayli zorladığını görüyoruz.
Yüzyıl içinde, İslami kimliğin biriktirdiği mağduriyetler, büyük bir siyasi enerjinin birikmesine de yol açmıştı.
Enerji doğru olmayan yöntemlerle, kendini parçaladı yazık ki. Taraftarlarına yaşatacağı mukadder, hayal kırıklığı ise insana, ‘böyle mi olmalıydı’ dedirtecek cinsten ve çok da hüzün verici. Oysa bir yüzyıl içinde birikmiş bu enerji, sizce de, demokrasinin harcı olmaya ve geleceğe katkıda bulunmaya en yakın yerde durmuyor muydu?