Bütün cumalar hayırlıdır elbette, ama benim sözünü ettiğim ‘Hayırlı Cuma’ anlaşmasıdır. İngiltere ve IRA arasında imzalanan ve , silahsızlanmayı öngören bu anlaşma bilindiği gibi, tarihe ‘Hayırlı Cuma’ anlaşması olarak geçti.
Türkiye’nin koşulları elbette farklı, ortada tarafların imzalamaya hazırlandıkları bir anlaşma metni filan da yok.
Ama yine de bizim ‘hayırlı cumamız’ bu hafta içinde başlayabilir.
Öcalan, bu hafta içinde silahların susmasını talep eder ve akabinde de silahlı grupların Türkiye’yi terk etmesi için çağrı yaparsa, bizde de, ‘hayırlı cuma’ başlamış demektir.
Üstelik hayırlı bir günde, yani bütün yeniliklerin ve değişimin müjdecisi olan Newroz’un kutlanacağı günde.
Geçen haftaya umutla girdik. Kandil’den ve Avrupa’dan gelen haberler sevindiriciydi. Murat Karayılan savaşı askıya aldıklarını açıkladı. Öcalan’a gidecek mektuplar Adalet Bakanlığına ulaştı. İmralı’ya BDP adına gidecek heyetin Newroz’dan önce adaya gitmesi bekleniyor. Takvim tıkırında işliyor.
Bu sevindirici gelişmelerin içinde geçen hafta Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Diyarbakır’ı, Tarım Gıda ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker, milletvekilleri Mine Lök Beyaz ve Galip Ensarioğlu’yla beraber ziyaret etmesi ve Dicle Üniversitesinde Davutoğlu’nun verdiği konferans, çözüm süreci dediğimiz sürecin hangi tarihsel anlayışa, ve aynı zamanda hangi entelektüel zemine dayandığını göstermesi bakımından son derece önemliydi.
Davutoğlu’nun konuşması ana başlıklarıyla gazetelerde yer aldı.
Çözüm sürecinin düşünsel zeminini merak edenler, çözüm sürecini başlatanlara neden güven duymamız gerektiğini soranlar, bu konferansta dile gelen düşünceleri, bu düşüncelerin ortaya koyduğu mesajı iyi düşünmeli ve tartışmalıdır.
‘Büyük Restorasyon: Kadim’den Küreselleşmeye Yeni Siyaset Anlayışımız’ başlıklı konferans, yeni yüzyılın siyasi parametrelerini ortaya koymakla kalmadı, geçen yüzyıldan devraldığımız paradigmaları, Türkiye’nin nasıl ve hangi temelde aştığını da ortaya koymuş oldu:
‘Sınırlara saygı göstereceğiz ama çevremizdeki hiçbir sınırın duvar olmasına izin vermeyeceğiz. Sınırları bu Ortadoğu’daki değişim rüzgarı içinde kendi ve halklar iradesiyle iktidara gelen ve gelecek olan yönetimlerle birlikte bu sınırları anlamsızlaştıracağız. Tel Abyad ve Akçakale arasında nasıl sınır yaşayabilir? Diyarbakır Musul’dan, Urfa Halep’ten koptuğunda bu hinderlandı yok olmaz mı? Batum ile Rize arasında soğuk savaşın sınırları devam etseydi, bugün ilişkiler gelişebilir miydi?’
Batı’nın çizdiği ve bekçiliğine Esat’tan Saddam’a bir takım diktatörleri atadığı sınırların bir yüzyıl boyunca, duvar olmasından herkes çok çekti. Sınırlar aynı dili, kültürü ve aynı inancı paylaşan, ortak bir tarihsel birikimden gelen halkları birbirinden uzaklaştırdı, böldü ve birbirine yabancılaştırdı. Şimdi yeni Türk Dış Politikasının mimarı Ahmet Davutoğlu, sınırların duvar olmasına izin vermeyeceklerini söylüyor ve ortaya yeni bir yüzyıl ufku koyuyor.
Avrupa Birliğinin genişleme sorunu, dar alanlara sıkışıp kalmışken, Türkiye’nin siyasi ufku sınırların ötesine taşınıyor. Birkaç yıl içinde Türkiye’nin bugün sahip olduğu sınırların tam ortasında, farklı medeniyetlerin buluşmasına, kaynaşmasına ve birbirini yeniden keşfedip, birbirini zenginleştirmesine hizmet edecek ortak kültürel parlamentolara herkes hazır olsun, öyle görülüyor ki, kuruluşları çok zaman almayacak.
Velhasılı, yeni yüzyılı şekillendirecek olan siyaset tarzını ve anlayışını ortaya koyan bir konuşmaya tanık olduk. Belki bu dördüncü oldu.
İlkini Diyarbakır’da Sayın Erdoğan 2005 yılında yapmıştı.
Başbakan, Diyarbakır’da, Kürt sorununun bir demokrasi sorunu olduğunu ve çözmeye aday olduklarını ifade etmişti.
İkinci önemli konuşma ise mecliste ve Dersim hadisesi için yapılan konuşmaydı.
Kemalistler bu konuşmanın altında kaldı. Bu ülkenin tarihinde ilk kez bir Türk Başbakanı Dersim’de yapılanlardan özür diliyordu. Ve tarihte ilk kez bir devlet adamı Kürtleri ve Türkleri hep beraber ağlatıyordu.
Bir ay önce Midyat konuşması geldi.
Kürt-Türk siyasi ilişkilerinin nereye evrileceğini merak edenler Diyarbakır, Meclis (Dersim ) ve Midyat konuşmalarını bir arada ve yeniden düşünmeliler.
Çünkü, Türkiye’nin on yıllarını belirleyecek olan temel paradigma, bu üç konuşmada ve Davutoğlu’nun Diyarbakır konferansında ifade ettiği paradigmada yatıyor.