Türk sineması üzerine bir seminer vermek üzere 2-5 Nisan tarihlerinde bulunduğum Brüksel Yunus Emre Enstitüsü vesilesiyle, kısa süreli de olsa Belçika’daki kültür-sanat hayatıyla yüzyüze gelmek fırsatı oldu. Öncelikle bu program dolayısıyla beni oraya davet eden Enstitü Müdürü Rahmi Göktaş, Türkçe dili ve kültürü hocamız Ali Köse, Enstitü personelinden Ebru Costa ve diğer Enstitü personeliyle Yunus Emre Enstitüsü Türkiye merkezden her daim ilgisini esirgemeyen Sedat Sert’e şükranlarımı sunarım. Böylesi çok vasıflı bir ekiple Fransız Kültür Merkezi, İtalyan Kültür Merkezi, Alman Goethe Enstitüsü, İspanya Cervantes Enstitüsü gibi sonunda bizim de yurtdışında Türk Kültür Merkezi konumunda tüm dünya sathında yavaş yavaş boy göstermeye başlayan enstitülerimiz, aslında bir medeniyet söylemi olan kültürümüzü tanıtmada çok önemli bir işlev görüyorlar. Türkçe kursları, çeşitli seminer, atölye ve paneller, konferanslar, sergiler, konserler ve bulundukları ülke festivallerine ve sanat faaliyetlerine yaptıkları katkılarla gerçekten gönendirici ve kıvanç verici etkinlikler ortaya koyuyorlar.
Enstitüde yaptığım konuşmanın başlığı “Yüzüncü Yılında Türk Sineması” idi ve sinemamızın tarihi kilometre taşları ve dönemleriyle günümüzde nasıl bir manzara sunduğu üzerineydi. Başlangıç yılının, Fuat Uzkınay’ın kameraya aldığı 1914 Ayastefanos Abidesinin Yıkılışı mı, yoksa Osmanlı tebaasından Makedon Manaki Kardeşler’in 1908’de Jön Türkleri ve 1911’de Sultan Reşad’ın Manastır’ı Ziyareti’ni konu alan belgeselleri mi olduğu mevzuundan başlayarak, Türk sinemasının gelişim sürecini arka plandaki toplumsal oluşumla birlikte ele almaya çalıştım. Bugün geldiği nokta itibariyle, sanat sineması ve ticari sinema ayrımlarıyla sinemamızın yurtdışında aldığı ödüller ve filmlerin Türkiye’nin nasıl bir resmini verdiği anlamında kimlik sorunu üzerinden irdelemeye çaba gösterdim. Dinleyiciler arasında Belçikalı ve diğer uluslardan ilgililer bulunuyordu ve konuyla ilgili ilginç sorular yönelttiler.
***
Çok sayıda kültürel faaliyetin yeraldığı ve Avrupa Birliği’nin idari merkezi olması hasebiyle çok uluslu bir şehir görünümü veren Brüksel’ de, resmi davetli olan Enstitümüzle 3-11 Nisan tarihleri arasında yeralan Uluslararası Millenium Film Festivali’nin galasına katıldık. Şehrin en başta gelen kültür merkezi olan Bozar’daki açılış filmi, Estonya’dan son seçimlerde yeni bir partiymiş gibi davranan bir grup insanın kitleleri etkileme psikolojisini açığa çıkaran ve ülkedeki parti yapılarına bir eleştiri getiren, ancak zaman zaman aşırı sahneleri olan Kül ve Para adlı yapımdı. Bu kısa süre içinde Belçika’da yaptığımız seyahatlerde Brugge, Gent, Liege (Luik), Namur gibi tarihi ve kültürel merkezleri görme fırsatı bulduk. Belçika’nın kesin tanımlayıcı özelliği olan Flamanca konuşulan kuzey bölgesiyle, Fransızca konuşulan güney (Valon) bölgesinin farklı kültürel özellikleri öyle ki, bir bölgeden diğerine geçtiğinizde tabelalar hemen o dile dönüveriyor. Tuhaf bir dil milliyetçiliği, din savaşlarının mağduru olan Katoliklerin tampon bölge olarak kurulan Belçika’da biraraya gelmeleri kaynaşmalarını pek sağlanmamış. Kendilerine has mimari özellikleriyle, Arnavut kaldırımları ve su kanallarıyla şehirler birer müze-şehir görünümünde, yapıların taş ve tuğla olması sebebiyle 300-400 yıllık evler dahi korunabilmiş ve masalsı nitelikleriyle bugünlere gelmiş. Sokaklarında dolaşırken yüzyılların ötesine gidebiliyorsunuz. Dev katedrallerin artık dinin eski etkinliğinin buharlaşmasıyla adeta birer müzeye dönüşmesine tanıklık etmekteyiz. Son olarak Ali hocadan kültür tarihine ilişkin bir anekdotla, borçlarından dolayı hep noterlerden dertli olan Baudlaire’in Brüksel’de aralıklarla son iki yılını geçirdiği ve dışarıdan gördüğümüz ev, hikmet-i ilahi, şu anda bir noterlik binası.