Uluslararası bir toplantıda ‘küresel yapısal kriz’ üzerine konuşurken, Brüksel saldırılarının ilk haberleri gelmeye başlamıştı. Henüz netlik kazanmamış olmasına rağmen, intihar saldırıları olma ihtimali gelen haberlerden anlaşılıyordu. İlk ham haberlerden olup-bitene dair düşünceler zihnimizde dolaşırken, takip eden dakikalarda dinleyicilere ‘Güney-Kuzey ekonomi-politik gerilimin merkezini ve düzlemini oluşturan küresel krizi’ anlatıyor ve “artık küresel meta, emek ve paranın sınırlar olmadan dolaşması tezine yaslanan liberal düzenin, krizlerin de sınırları tanımayacağını idrak etmesi gerektiğini” söylüyorduk. Panelde soru-cevap kısmına geçilirken, Brüksel saldırılarının terör eylemi olduğunu ve hayatını kaybedenlerin onlarla ifade edildiğini haberlerden okumak mümkündü.
Konuşmamda Brüksel’e değinemedim ancak yaşanan durum gerçekten ironikti. II. Dünya Savaşı sonrasında Kuzey’deki ulus devletler arasında bir savaşın vuku bulmaması ve kanlı çatışma alanlarının Batı’dan izole bir şekilde, ya farklı aktörler arasında ya da -Batı adına- vekâlet savaşları marifetiyle yürütülmüş olmasının sürreel bir algı yarattığını aktarıyorduk. Bu durumun, çatışma alanlarına dair ‘zayıf bölgeler ya da çöken devletler’ tezi etrafında krizleri ihata altına alarak, sirayet etkisinin ortadan kaldırılacağı ‘liberal tezinin’ ancak terörizm gibi doğrudan ateşin taşınmasıyla test edilmesine gerek olmadığını ifade etmeye çalışıyorduk. Hatırlanacaktır, sadece milenyum sonrası, başta Filistin olmak üzere Ortadoğu’da yaşanan işgal ve iç savaşları görmezden gelen yaklaşımın yanı sıra, değişimin önünü de oldukça ilkel bir şekilde tıkama girişimlerinin önce bölgeyi ardından da dünyayı etkileyecek neticeleri olacağı ve olduğu, binlerce kez yazıldı ve söylendi.
Aynı şekilde, ‘kullanışlı terörizm’ teknolojisinin kestirme getirilerine yatırım yapılmasının sebep olduğu devasa tehditler de binlerce kez tekrarlandı. Özellikle Avrupa’nın, açık bir şekilde sol örgütlere ve PKK terörizmine yaptığı ev sahipliği de kendilerine binlerce kez hatırlatıldı. Maalesef bütün bu uyarılar karşısında gösterilen vurdumduymazlık ve siyasetsizlik, önce Irak krizinde ardından da Suriye’de zirveye çıktı. Üstelik Irak-Suriye ekseninde çöken devletlerin sebep olacağı sirayet etkisi ve sorunun kaynağına odaklanmak yerine, ısrarla krize işaret eden Türkiye’yi hedefe koymayı tercih ettiler. Çapsız bir akıl tutulmasıyla, tarifsiz bir siyasal simülasyon dünyasından Türkiye’yi mahkum etmek için ellerinden geleni artlarına koymadılar.
Elbette bütün bu siyasetsizlik, yaşanan terörizm dalgasını meşrulaştırmıyor. Çünkü böyle bir iddia, Batı’nın Türkiye’yi ve bölge halklarının değişim arzusunu mahkum etmek için kullandığı ‘ahlaktan istifa etmiş yaklaşımı’ tekrar etmek olur. Ne böylesi bir büyük yanlışa prim verilmelidir ne de daha da güçlenecek olan ‘İslamofobik dalga’ karşısında savunmacı bir hatta sığınılmalıdır.
Asıl mesele, yaşanan bu acılardan ve felâketlerden hâlâ bir ders alınıp alınmadığı meselesidir. Batı’nın içinde bulunduğu ve hakikatle ünsiyetlerini koparan hiper-gerçeklikten çıkıp, bölgesel ve küresel yapısal krizlere ‘gerçekten bakmayı becerip becerememe’ meselesiyle karşı karşıyayız. Zira 11 Eylül sonrası neocon’ların çizdiği yol haritasından ve kavram(lar) setinden uzak durulmadığı sürece, terörizm meselesiyle sahici bir yüzleşmenin olması mümkün değildir.
Artık anlaşılması gereken sarih hakikat şudur: Ekonomik ve finansal krizler gibi, siyasal krizlerin de müstakil ya da izole edilmiş bir habitatı kalmamıştır. ‘Küresel dolaşım altyapısı’ kapitalist sistemin bütün metaları ve dalgaları için ne kadar geçerli ise krizlerin kullanımı için de benzer oranda geçerlidir. Hatta küresel veri depolama sistemlerinin tesis edildiği bir dönemde, küresel kriz dalgalarının da ‘her yerden ve her yere’ ulaşım imkânlarının kaçınılmaz olduğu görülmelidir. Tam da bundan dolayı, Suriye’de olan Suriye’de, Irak’ta olan Irak’ta kalmamaktadır.
Yeni bir fenomen olarak ‘krizlerin sirayet etkisi’, küresel işbirliği gündeminin ana başlığı olmak durumundadır. Bu ana başlığın anlamlı bir gündem olabilmesinin tek yolu ise sirayetin etkisiyle değil, bizatihi kaynağıyla yüzleşilmesinden geçmektedir. AB’nin başkentindeki kanlı ve acımasız terör eyleminin ardından en azından Avrupa’dan beklenen, ilk adım olarak artık vekâlet savaşının ucuz bir aracı olan terörizmle arasına ‘PKK üzerinden mesafe koyarak’ işe başlamasıdır. Aksi takdirde, sadece intihar eylemleriyle yüzlerce masum insanı katletmiş bir terör örgütünü kullanarak, Brüksel’de intihar eylemleri yapan başka bir terörizmi bitirmek mümkün olmadığı gibi, durdurmak da söz konusu olamayacaktır. Brüksel’i kana bulayanlar uzaydan gelmediler. Tıpkı Brüksel’deki PKK çadırı gibi, DAİŞ çadırından çıktılar!