Hüseyin Yayman’ın, Hatip Dicle ile yaptığı söyleşi, son yıllarda zamanlaması ve içeriği açısından gördüğüm en güçlü gazetecilik örneklerinden biriydi. (Süreçte bir sorun yok, VATAN, 16-09-2014) Dicle’nin şu sözü tüm söyleşiyi özetlemeye yeter: “Bölünme Kürtlerin yararına değil. 1920’lerdeki Rum mübadelesi gibi bir mübadele yapamayız. Bunu ayrıca istemiyoruz. Metropollerde yaşayan Kürtler de bunu istemiyor. Dolayısıyla Öcalan’ın Türkiyeli çözüm dediği demokratik cumhuriyet teziyle bu sorunu çözmemiz lazım. İspanya tarzı bir model gerekiyor. Milli geliri 10 bin dolar olan bir ülkeden ayrılıp muhtemelen milli geliri 1000 dolar olacak bir ülkeyi mi tercih edeceğiz. Kopuş teorileri tam tersi durumlarda gelişiyor. Dünya örneklerinde zenginler ayrılmak istiyor, fakirler istemiyor. Kürtlerin bölünme konusunda ne gizli ajandaları var ne de bu proje akılcıdır. Emeğimizi neden bırakalım. Ape Musa (Anter) ‘Uyanıklar Bodrum’u, Marmaris’i size bırakacağız da dağlara mı geleceğiz’ derdi. ”
Söyleşide, Hatip Dicle’nin Özal’lı yıllarda kaçırılan barış fırsatını, devamında Eşref Bitlis ve Turgut Özal’ın şaibeli ölümlerini (o, öldürüldüler düşüncesinde) dile getirmesi de dikkat çekici...
Söyleşi, bana, 2004 yılında Bilbao’da, Bask hareketinin önemli isimlerinden Habier Ormatxea (Havier Ormatçe) ile yaptığım sohbeti hatırlattı. İspanya’nın “zengin bölgesi” Bask’ın “bağımsızlık/ayrılma” talebinden neden vazgeçtiğini şöyle aktarmıştı kamerama: “Ekonomik olarak güçlüydük, özerkliğimizi yakalama şansı bulmuştuk, bağımsızlık kapımızdaydı, o sırada, İspanya Avrupa Birliği’ne girdi!.. Bağımsızlığın bir anlamı kalmadı, dağılmaktan çok toparlanmanın zamanının geldiğini anladık...”
Bu nedenle, hep düşünmüşümdür, Avrupa Birliği, Çekoslovakya ikiye bölünürken Çek ve Slovak uluslarına tanıdığı olanağı Yugoslavya halklarına da tanısaydı o kadar insan ölür müydü? 90’lı yıllarda kanlı hesaplaşma yaşayan o ulusların bir bölümü artık AB üyesi, geri kalanı da girme sürecinde...
İki büyük dünya savaşının ateş ve küllerinden büyük çabalarla oluşturulmuş Pax Europaea’yı (Avrupa Barışı) her zaman önemsemişimdir. Bünyesinde zaaflar yok mudur, vardır, ama insanlık tarihinin ilk gönüllü/ çok uluslu şemsiye barış projesidir. Bu nedenle, Davutoğlu hükümetinin daha ilk andan Avrupa Birliği ile tam entegrasyon yolunda 2019 yılına kadar uzanan üç aşamalı eylem planını devreye sokması da anlamlıdır.
Hatip Dicle, kendini 14 yıl siyasi mahkum yapmış devlete küsmeden akılcı konuşuyor, Öcalan, artık ayrılma değil, demokratik devlet çatısı altında birlikte yaşamanın, hatta, Ortadoğu’nun diğer coğrafyalarında Kürtler’in de bu çatının altına girmesinin hesaplarını yapıyor, hükümet/devlet soğukkanlı tutumla çözüm sürecini hedefine ulaştırmanın gayretinde... Ortaya çıkan “1920 ruhunun” Pax Europaea ile buluşması anlamlı olacaktır. Bu, aynı zamanda Pax Ottomana’nın (Osmanlı Barışı) Avrupa’yla tarihi el sıkışmasıdır...
İskoçlar: İşleri zor
İskoç halkını severim... İrlanda ve Galliler gibi deli fişek bir millettir... Kendi kaderlerini tayin haklarına da saygı duyuyorum... Bugün yapılacak tarihi referandumda ayrılık kararı almaları halinde karaları bağlayacak bir beyin kimyam da yok ama işlerinin zor olduğunu biliyorum. 307 yıllık birlikteliği sonlandırma iradelerini test ediyorlar. Yüksek olasılık, küçük bir oranla Birleşik Krallık içinde kalacaklar. Bu, İskoç milletinin İngilizler’e teslim olması anlamına da gelmeyecek. Onlar “milli onurlarını” bir referanduma kadar taşıma yürekliliğini gösterdiler. Fakat, yaşam gerçekler üzerine şekilleniyor ve alınacak bağımsızlık kararının İskoçya’yı bir andaPax Europaea’nın dışına taşıyacağını, kendilerini Sırbistan konumunda bulacaklarını da biliyorlar. Tıpkı Bask milliyetçileri gibi... Oy kullanacak 4 milyon seçmenin 1.2 milyonunun Birleşik Krallık’tan emekli maaşı aldığı, “bağımsızlık” sonrası yeni ulusal para biriminin devreye gireceğinin anlaşıldığı bir ortamda tercihler hayallerin geniş ufkundan gerçeklerin sığ ortamına taşınabilir...
Belli ki, İskoçya’dan yola çıkıp, işin içine Katalanları (İspanya) ve Flamanları (Belçika) katarak bir “Avrupa Baharı” beklentisinde olanlar var...
Iskalamamak gerekiyor: Yaşadığımız dönem mikro-milliyetçilik serüvenlerinin değil, demokratik/akılcı/gönüllü birlikteliklerin dönemidir. Tarihin akışına ters kürek çekmenin bedelini önce Balkanlar’da izledik, şimdi de Ortadoğu’da görüyoruz...
Tarihin sahnesindeyiz. “Çözüm süreci”ni başarıya ulaştırmamız artık “küresel anlam” taşıyor. Başardığımız an, yalnız Ortadoğu’nun değil, yüzyılın kaderi değişecek...