Atatürk stadının zemini kötüydü. Yetmedi, maç öncesinde uzun süre yağan yağmur, maçta hızını artırdı! Taraftar gelememişti. Tribünden sahaya inen coşku katıcı bir etki de yoktu... Ama sahadakiler istekli, çalışkan, araştırıcı idiler. ‘İşlerini’ iyi yapmanın çabasını özenle harcadılar.
Biliç, formsuzluk gösteren Motta’yı kulübeye çekmişti, ama önceki maçta 43.dakikada (döküldüğü için) sahadan aldığı Oğuzhan’a ilk onbirde gene görev vermişti. Oğuzhan da elinden geleni iyi yapmanın çabasını harcadı. İlk yarıda takımın en uzun koşanıydı! Bu da ayrı bir dersiydi maçın. Küsmemişti. Duygu önemli bir katkı öğesiydi futbolda, ancak her şeye onunla karar vermemek gerekti. Her koşulda çıkıp işini yapacaktın.
İlk yarıda iki gol oldu. İkisine de ofsayt itirazı vardı. İkisi de değildi... Ne var ki Beşiktaş’ın attığı sayıldı, Eskişehir’in ki sayılmadı!
Beşiktaş birinci bölgesinde ‘gereksiz’ top bekletmelerinden vazgeçmişti. Hazırlık paslarını ‘gerektiğinde’ yaptı ve o hazırlananları kullanacaklar da kendilerini önde hazır tutmaya çalıştılar. Oğuzhan, isim yapmasını sağlayan özelliklerini göstermenin çabası içindeydi. Olcay ile Gökhan da öyle. Kanatları değişerek kullandılar. Gökhan topla tatile çıkmadı. Verecek yer yoksa yitirmeden bekletti. Varsa, hemen çıkardı. Bu da Eskişehir’in Beşiktaş’ı kontrol etmesini önledi. Eskişehir’in, kalabalık Beşiktaş ataklarına karşı duruşu yerindeydi, ancak hücuma çıkış yollarını kullanışta o denli başarılı olamadı. Bunu ikinci yarıda düzelttiler. Beşiktaş’ta ilk yarıdaki tüm olumlu özellikler giderek eridi ve Eskişehir özellikle orta alanda öne çıktı. Bunun ürününü aldı. Biliç’in Sosa, Cenk, Kerim hamleleri iyileştirmedi takımı. Beraberliğe indikten sonra gösterilen üç puan arama çabasını, neden 1-0’ı, 2-0 yapmak için gösterilemediğini kendine sormalı Beşiktaş. Eğer o baskıyı kuracak gücün kaldı ise onu doğru zamanda kullanmalısın. Sonradan dizini dövmek işe yaramıyor.