Britanyalı tarihçi Niall Ferguson, Paranın Yükselişi-Dünyanın Finansal Tarihi (2011) kitabında ‘dünyanın adaletsizliği nedeniyle kızgın mısınız; şişman kapitalistler ve milyarder bankacılar sizi çıldırtıyor mu’ diye sorar ve sizin hiç de yalnız olmadığınızı, çünkü bu kızgınlığın, Batı Medeniyeti boyunca borç vererek para kazananların tarım ve imalat gibi ‘gerçek’ ekonomik faaliyetlerin paraziti olduğu düşüncesinin sonucu olduğunu söyler. Ve finansçılara (yani para satarak geçinen parazitlere) olan bu tarihi husumeti üç temel nedene bağlar:
Finansçıların üç tarihsel günahı
1) Borç verenler her zaman azınlıktır, ama servet gücü, onları lütufkar, seçkinci ve daima kontrol eder konumda yapmıştır. Burada Ferguson’un bu temel nedenini sonsuz örnekle gerekçelendirebilirsiniz. 2) Kapitalizm tarihi krizlerle anlatılır ama bu krizlerde banka ve finans sisteminin rolü her zaman görünür olmuş, krizler sonucunda borç veren azınlık daha da zenginleşirken, borç alan çoğunluk daima fakirleşmiştir. Üstelik bütün bu kriz dönemlerinde finansçılar sayısız skandala, hırsızlığa imza atmışlardır. Şimdilerin iki örneği ile yetinelim sadece; Türkiye’deki 2001 krizi soygunu ve geçen sene Londra’da patlayan ‘Libor skandalı’. 3) Son temel gerekçeyi de Ferguson şöyle anlatır; yüzyıllar boyunca dünyanın bütün ülkelerindeki finansal hizmetler, toprak sahibi olmaları ya da kamuda çalışmaları yasaklanmış, ancak kendi içlerindeki yakın ilişki ve güven ağı sayesinde para işlerinde başarılı olmuş etnik ya da dini azınlıklar tarafından sağlanmıştır.
Lobilerin kaynağı
Bu son gerekçe daha güçlü olmak üzere bütün bu nedenler, kapitalizmin bütün tarihi boyunca borç verenlerin aslında güçlü lobiler olarak örgütlendiklerini, iktisadi sonuç itibariyle de söylersek doğal oligopol piyasası oluşturduklarını bize söyler. Örneğin başlangıç olarak 15. yüzyılın başında bankacı ve finansçı olarak ortaya çıkan ama daha önce gangster-tüccar bir aile olan Medici Ailesi adeta Avrupa Rönesansı’nın da sponsorudur. Medici Ailesi, Michelangelo’dan Galileo’ya kadar dönemin birçok sanat ve bilim insanına hamilik de yapmıştır. Ama gangster-tüccar gelenekten gelerek, Rönesans’ın ışıltılı saraylarını, sanat yapıtlarını finanse edip, deniz aşırı bir gücü elinde toplayan bu ailenin bu şaşırtıcı yükselişinin arkasında tek bir güç vardır; Kambiyo Locası.
Yani şimdiki finans kapital ağının o zamanki örgütü. Bilmiyorum 15. yüzyılın ‘faiz lobisi’ demek hafif kalır mı, elbette hafif kalır, çünkü tıpkı bugünkü gibi, karşımızda muazzam bir örgütlülük var; öyle ki düşünün, Michelangelo ve Galileo’nun arkasında durup, buradan meşruiyet sağlayan öte yandan dönemin aristokrasisini, kilise gücünü besleyen, kendisine gebe bırakan, dağılmış Avrupa devletlerini Osmanlı’ya karşı silahlandırıp, toparlayan bir ‘lobi’den bahsediyoruz.
Tarihi bir al gülüm ver gülüm hesabı
Tam burada, Michelangelo’nun ve Galileo’nun kemiklerini sızlatma pahasına, şunu da söylemek zorundayım tabii; şu sıralar ‘bizim’ dizi oyuncularımızın ve ‘bazı’ akademisyenlerimizin finans oligarşisisi ile yanyana gelmeleri ta Mediciler’den beri süregelen tarihi bir gelenektir ve bir nevi ‘al gülüm ver gülüm’ aritmetiğidir.
Doğu-Batı yeniden (mi)
Şimdi şu meseleyi daha da genelleştirelim; batı aydınlanması denilen tarihi süreç, tam da 14. yüzyılın başından itibaren güçlenmeye başlayan Medici gibi ilk önce gangster-tüccar sonra da finans yapılarının ve teşkilatlarının sponsorluğunda başlamıştır. Bunun arkasında yağmacı-tüccar gelenek ve daha sonra da deniz aşırı ticaret ve buna bağlı silahlı güç kullanmayla devam eden doğunun yağması vardır. Bu anlamda bu ‘aydınlanma’ hikayesinin daima ikili bir yanı vardır. Birincisi insanın hiç sayıldığı, feodal mutlakiyetçi bir dönemi bitirmiş, insanın kendisini, bilimde, sanatta ifade etmesinin imkanlarının önünü açmıştır. Batı, bunun için insanlık tarihini adeta aydınlanmanın bu yüzüyle başlatır ve anlatır. Ancak bir diğer yüz de, ilk önce tefeci bir finans ve yağma zenginliği ile başlayan, sonra da ücretli emeğin acımasız sömürüsü ve sömürgecilikte devam eden, ulus-devletlerin soykırımlarıyla donanan kanlı tarihtir. Oysa Doğu aydınlanması çok daha önce ve çok daha barışçı idi.
Yeni bir dünya...
Şunu hep düşünmüşümdür, bu gerçek aydınlanma, batının sokak lambaları dışında daha güçlü bir ışık gördüğünde gün yüzüne çıkacak ve biz yeni bir dünyaya adım atacağız.
Bu balık eğrisi grafiği bir Tan Oral zekası ürünü. Şimdi bakın balığın kuyruğuna örneğin Haçlı Seferleri diyelim (1095-1272). Bu süreç, Batı’nın Uzakdoğu ticaretinin tam ortasında olan Müslüman Doğu’yu kontrol altına alması ve hem batıya hem de doğuya doğru daha fazla genişlemesini önlemek içindi. Bu çatışmanın en temel sonucu, yukarıda anlattığımız, Batı ticaretinin doğuya doğru küreselleşmesi ve aydınlanma, yağma- sömürgeleştirilme sürecidir.
Bundan sonraki süreç, balığın gövdesidir. Yani gittikçe açılan Batı-Doğu farkı. Şimdi bu fark yine kapanıyor; tam balığın burnuna geliyoruz. Tan Oral’ın çizdiği gibi bu buluşma, ilk buluşma gibi kanlı mı olacak yoksa kansız mı? (Rahmetli Erbakan’ı hatırladım, acaba bunu mu söylemek istedi...) Sanıyorum biraz da yaşananlara tam buradan bakmakta yarar var; sorun yalnızca Türkiye, Brezilya gibi ülkelerde yani doğu ve güneyde daha fazla özgürlük ve adalet talep eden kitleler olmasa gerek... Ancak, bu kitlelerin bu isteklerinin yerine gelmesi için de Batı’nın yerini Doğu’ya bırakması lazım. İşin özeti ve zorluğu da bu galiba...