Saddam Hüseyin, yeryüzünün büyük katillerinden biriydi.
Batı adına savaşıyordu İran’la. Bir yandan hemen bütün Arap rejimlerinin madden ve manen desteklediği sözümona
‘Kadisiyye-i Saddam’ı yürütüyor, bir yandan da büyük cinayetleriyle kendi vatandaşlarını tedip ediyordu.
Merak edenler için, Kadisiye, Hicret’ten 13-14 yıl sonra, Hz. Ömer devrinde, Sa’d İbn Ebi Vakkas komutasındaki İslam ordusunun, Sasani ordusunu bozguna uğrattığı büyük savaştır. Sasani ordusu bu savaşta bozguna uğramış, İran’ın kapıları İslam’a açılmıştır.
Bütün Batı arkasındaydı Saddam’ın. Bütün günahları affediliyordu.
Duceyl, aklımda kalan katliamlardan biri. Tamamen yok etmiştir Saddam, Dicle kenarındaki bu kasabayı.
Ve Halepçe. Savaşla hiç alakası olmayan 5 bin insan, kimyasal silahlarla öldürüldü orada.
Kimsenin umurunda olmadı. Ne Birleşmiş Milletler, ne Nato, ne başka biri. Kimse tarafına bile bakmadı Halepçe’nin.
Türkiye’de, sadece İslamcı çevreler Halepçe katliamından bahsetti. Bir de Kürtler. Kaynadı gitti Halepçe.
Bir gün, Bush yönetimi hücum etti Irak’a. Hem baba Bush, hem oğul Bush.
Sevimsizdi. Hedef, bir katil olmasına rağmen sevmedik Amerikan saldırısını.
Hem, saldıranlar Batı koalisyonu olduğu için, hem de, saldırılar o katliamlardan çok sonra, batı çıkarlarını korumak amacıyla yapıldığı için.
Baba-oğul Esadlar da büyük katiller.
Hafız Esad, Hama’yı yerle bir ettiğinde, Türkiye’de yine İslamcı çevrelerin dışında, kimse çıt çıkarmadı.
30 bin tavuk kesilse manşet yapardılar, 30 bin insan öldürüldü hiçbir şey yapmadılar.
Beşşar Esad, 2 yıldır öldürüyor.
Ve Suriye’de, çok çeşitli siyasi unsurların dahil olduğu büyük bir direniş var.
Direnişi yeterince desteklemedi dünya. 100 bin insanı öldürdü Beşşar’ın adamları.
Belki bir destek olsaydı, Suriye muhalefeti bir sonuç elde edebilirdi bu kadar çok kan dökülmeden.
Yapmadılar.
Ve sonunda, Esed kuvvetleri, Esed’in iç savaşın ilk zamanlarında yaptığı tehdidi hayata geçirdi.
“Gerekirse kimyasal silah kullanırız” demişti Esed. Ve kullandı.
O sabah, uykularında öldürülmüş yüzlerce çocuğun ölüm haberiyle uyandık.
Ölen çocuklar, bizim çocuklarımıza benziyordu.
Nazım’ın şiirindeki gibi, ‘kapımızı çaldı’ yüzlerce ölü çocuk.
‘Büyümeyecekler.’ Masum, tertemiz yüzleriyle, kapılarımızda duracak o çocuklar.
Öfkelenmez misiniz?
‘Allah belasını versin’ demez misiniz?
‘Ya Rabbi, kurtar bizi bu katillerin elinden’ demez misiniz?
Humus’un sokaklarında dolaşmıştım 20 küsur yıl önce. Halid Bin Velid Camii’ne girmiştim, ne güzel camiydi. Diyarbakır’ın camileri gibi, taşları siyah.
Yıktı o camiyi Esed. Ekranlarda gördüm, duvarlarında patlayan bombaları.
Bizim terbiyemiz, Şam’ın, Haleb’in, Hama’nın yakılıp yıkılmasını, bu şehirlerin harika insanlarının ‘diyarlarından çıkarılmasını’ veya katledilmesini ‘yabancı bir memleket’te meydana gelmiş bir hadise olarak görmemize müsait değil.
Beşşar’a, ‘yabancı’ deriz. Yerli olsa, öyle saldıramaz, öldüremez kendi memleketinin insanlarını.
Şam’a, ‘yabancı şehir’ nasıl diyelim, Suriyeliler ‘başkası’ değil ki Şam başkasının şehri olsun?
Şimdi ne düşünmemiz lazım? Bir yanda katliamlar, öte tarafta müdahale hazırlığı yapan batılılar.
100 bin kişi ölmeden bir çare bulunsaydı olmaz mıydı?
Bir kişi ölmeden bir çare bulunsaydı olmaz mıydı?
Biz, bulamadık, bulanlar olduysa da kimseye laf anlatamadılar.
İran’ın suratı asık, Arap rejimlerinin hiç bir şey yapası yok, herkes altındaki sandalyeye yapışmış. Arap Ligi dekoratif bir teşkilat görüntüsünü aşamıyor. Zaten aşmak istemiyor. İslam Konferansı’nın ise, -yetkililerine sorarsanız- galiba üstüne vazife değil.
Yani başardık, Suriye’deki katliamı ‘başkasının ölümü’ yapmayı ve yaptık.
Demek ki bizim için, bundan fazlası lüks, daha iyisini haketmiyoruz.
Şimdi, sıra geldi “Allah’ın bir zalimi bir başka zalimle defetmesi”ne!
İnşaallah öyle olur.
Zulüm defedilir ve başka bir zulüm peydah olmaz.