Türkiye, kendi yakın coğrafyasından küresel ölçeğe kadar uzanan alanda kurulan tuzakları bozacak cesareti ve vizyonu göstermek zorunda. Aksi takdirde yola devam etmesi hiç ama hiç kolay değil.
Hepimizin gözleri önünde, İslam’ı ve Müslümanları hedef alan bir büyük operasyon tezgahlanıyor. Bir yanda sizi bu operasyonlar üzerinden kendi değerlerinizden kopmaya davet edenler; diğer yanda sizin de aynı girdabın içine atlayıp boğulup gitmenizi isteyenler. Ne değerlerinden uzaklaşıp kendimizi yok saymaya, ne de kendisini İslam adına iddia sahibi sayıp, devasa operasyonun tetikçisi olanlara teslim olmaya ihtiyacımız yok.
Ancak tüm bunları söylerken, yanıbaşımızda olup biteni yeniden ve soğukkanlı biçimde düşünmenin tam zamanı. Suriye’den Irak’a, Arap dünyasındaki kritik sorun alanlarından diğer önemli başlıklara kadar herşeyi bir kez daha masaya yatırmak ve gelecek kurgumuzu yeniden düşünmek zorundayız.
Sözgelimi, Suriye konusunda tezleri sonunu kadar meşru ve haklı olan bir Türkiye var. Rejimi zamanında ve en dostça uyaran da Türkiye oldu. Sonrasında Suriye halkının en geniş biçimde temsil edilmesini savunan ve bunun için muhalif grupları destekleyen de.
Buraya kadar sorun yok. Ancak yeni bir Suriye’de kimin nasıl rol alacağı konusunda kafa yorarken bazı konuları acilen gözden geçirmek gerekiyor. Sadece rejime muhalif olduğu için bazı grupların desteklenmesi ve sahnede yer alması, hem Suriye halkına, hem de Türkiye’nin bölge politikalarına zarar verdi. Bu tür yapıların, Şam’da yeni bir düzen kurulduğunda Ankara’ya ne kadar yakın ve samimi olacağı bir yana, sahiden temsil derinliği olan bir rejimi isteyip istemedikleri de hayli kuşkulu.
Bu ayrıntılara dikkat çekmemin nedeni, yazının başında işaret ettiğim tuzakların, tam da bu tür alanlar üzerinden ortaya çıkması. Türkiye’nin son yıllardaki demokratik tecrübesi, attığı adımlar ve gösterdiği istikrar, arka planında ne olduğunu bilmediğimiz yapılardan, anlayışlardan ve ideolojik yaklaşımlardan uzak durmakla mümkün oldu. Geçtiğimiz yıl, özellikle IŞİD’le ilgili tartışmaların yoğunlaştığı bir dönemde, bu konuya dikkat çekmeye çalışmıştım:
‘IŞİD adı altında konuştuklarımızın, sadece stratejik ya da siyasi boyutları olmadığının, bunun aynı zamanda Türkiye’nin kendi içindeki dini hayat, yorum ve İslami siyasi tecrübeyi de kuşatan bir tartışma olduğunun gerçekten farkında mıyız? Modern anlamda tam bir ‘moda’ya dönüşen ve adım adım etrafımızda şekillenen bu hareketler karşısında nasıl bir duruş sergileyeceğimiz, aynı zamanda kendi geleceğimizi şekillendirecek.
Türkiye’deki İslami tecrübenin, kendi tarihsel kodları içinde nereden beslendiğini, hangi akımlardan ne kadar etkilendiğini, bugün AK Parti tecrübesinin bu anlamda neye karşılık geldiğini; ancak bunların hepsinden daha önemlisi ‘Türkiye’nin farkı’nı konuşmakta geç kalıyoruz. Benzerliklere ya da karşılıklı etkileşime itiraz etmenin elbette pratik bir karşılığı yok. Ancak bu durum, Türkiye’deki İslami tecrübenin farkını konuşmamıza engel değil.’ (Star, 20 Ekim 2014)
Türkiye’nin farkı, aynı zamanda kendisine kurulan tuzaklardan kurtulmasını sağlayacak. Ancak bu ‘fark’ın yeniden, ısrarla ve elbette günün sorunlarına cevap verecek ölçüde ‘farkedilmesi’ gerekiyor.
Türkiye derken, yakın coğrafyasında yaşanan her sorunda, din, mezhep ve etnik ayrım gözetmeden abartısız milyonlarca insana sınırlarını açan bir ülkeden söz ettiğimizi unutmayalım. Kürtler de, Araplar da, Ezidiler de sizi ‘emin’ olarak görüyorsa, bunun sizde bir karşılığı olmalı.
Türedi anlayışlara ve vahşete kurban edilmeyecek kadar değerli bir fark bu.
Farkedelim.