11 Eylül’den hemen sonra, ABD Başkanı Bush’un sorduğu bu soruya cevap verilmesi hiç de zor olmamıştı. Batı ve Doğu’dan onlarca isim, etkili medya mecralarında Bush’a istemeyeceği kadar uzun bir liste sunmuşlardı. Benzer bir soruyu Müslümanlar da Batı’ya sorsalar, hem daha sahici bir sual olurdu hem de cevabı gerçekten merak uyandırırdı. Zira geçen yüzyıldan beri, İslam dünyasıyla I. Dünya Savaşı sonrasında sadece sömürge zemininde karşılaşmış, konvansiyonel bir savaşta karşı karşıya gelmemiş Batı’dan sadır olan fobinin özgünlüğü yanında, İslam dünyasındaki Batı karşıtlığının çok fazla bir orijinalliği bulunmamaktadır.
Batı’nın, II. Viyana kuşatmasından bu yana İslam dünyasından açık bir tehdit görmemesine, 20. yüzyılla birlikte küresel düzeyde kapitalist hegemonik zirveye ulaşmış olmasına rağmen İslam dünyasıyla ilişkisini normalleştirmemesi, üzerinde düşünülmeye değer bir meseledir. Zira Batı, işi ‘tarihin sonunu ilan etmeye’ kadar götürmüşken ve bünyesinden özgüveni yüksek bir siyasal aklın neşet etmesi beklenirken, İslam dünyasıyla oldukça sağlıksız bir ilişki geliştirdi. Mezkûr ilişkinin ana iki ekseni ise hiç değişmedi. Birincisi, sömürge ilişkisinin farklı formlarda devam etmesi; ikincisi ise İslam dünyasındaki totaliter rejimlere verilen amansız destek oldu.
Hâl bu olunca, “bizden niçin nefret ediyorlar?” sualini Batı’dan ziyade İslam dünyasının içselleştirmesi beklenir. Böylesi bir çıkış olsa, üçüncü dünyacı mazeretler ekseninde boğulacağı da muhakkak. Zaten yıllardır, mezkûr sualin sahibinin kategorik bir şekilde Batı olması da bundandır. Kurulan hiyerarşi içerisinde, kolonyal bir nesne konumlanmasından öteye geçemeyen Batı-İslam dünyası ilişkisi, kendi içerisinde sorunları büyütüp durdu. Teknolojik üstünlüğün sunduğu imkânlar, bu sorunların sadece İslam dünyası payına düşen kısımlarının -aşağılayıcı bir düzlemde- ele alınmasını sağladı.
Bir taraftan İslam dünyasının geri kalmışlığının sebeplerini kendisinde araması sürekli vaaz edilirken, diğer yandan da mezkûr geri kalmışlığın reçetesinin İslam dünyasının kendi ekosistemi içerisinde çıkamayacağı da, sofistike bir nihilizmin eşliğinde, doğrudan veya zımnen tekrarlanıp durdu. Yenilmişliğin sorunlu dünyasına iyiden iyiye gömülmek durumunda kalan İslam dünyası, bu kısır döngüyü kırmayı başaramadı. İslam dünyasında sağlıklı bir özeleştiri, derinlikli bir içtihat düzleminin oluşmaya başladığı her yerde ise Batı devreye girerek, siyasal ve iktisadi statükonun ömrünün uzaması için elinden geleni yaptı. 20. yüzyıl Mısır’dan Türkiye’ye, Cezayir’den İran’a bu türden gerilimlerle tüketici bir şekilde geçti.
Batılı seküler kapitalist düzenin, Schumpeter’in deyimiyle ‘yaratıcı tahripkârlığı’ karşısında İslam’ın nereye konumlandığı ya da cari sistemin -fiili gücü itibarıyla- canını ne kadar sıktığı, başlıktaki sorunun cevabına dair arka planı oluşturuyor. Meseleye buradan bakınca; Batı’nın, tedhişe ve Müslümanlara daha fazla maliyete dönüşen birkaç eylemden mi, yoksa varoluşsal olarak hegemonik zirvesine doğru yükselen ‘paganizme’ karşı pes etmeyen bir tehditten mi çekindiği sorusunun cevabı çok da karmaşık değil. Elbette, ‘her türlü yenilmişliğine rağmen teslim olmayan bir dinamiğin gelecek potansiyeli’ karşısında takınılan bir tavır var. Batı adına ne kadar farklı ve süslü çerçevelenirse çerçevelensin, tehdidin bu olduğu aşikârdır.
Aksi takdirde, Batı’daki bir mizah dergisinin işi gücü bırakıp, kafayı İslam peygamberine takmasının izah edilir bir tarafı bulunmuyor. Bu durum bile tek başına, artık kelimenin tam anlamıyla bir pornografiye dönüşen siyasal doğruculuğun teyidinden ibaret. Söyleyeceğini söyleyemeyen, düşündüğünü başı sonu belli bir zeminde ifade edemeyen, ya kaba Evanjelik, Siyonist nefret söylemikullanan ya da mizah yoluyla dalga geçerek ifade eden bir damar var karşımızda. Bu dinamiğin sebep olduğu bir kriz çıkınca da, geriye kalan bütün ‘siyasal doğrucu söylemler’ de ifade özgürlüğü kamuflajıyla yan yana diziliyorlar.
Sonuçta, karşımıza kabaca aynı çizgi etrafında toplanmış bir Batı çıkıyor. Bu durumda, Müslümanların ‘Bizden niçin nefret ediyorlar?’ sualini sormalarının zemini de oluşuyor. Bu sualin cevabını ise muhatabının vermesi gerekiyor. Böyle olmazsa, Batı’nın Müslümanlar için sorduğu aynı soruya yine kendisinin verdiği cevaplar üzerinden bir tahayyüle savrulmasına benzer bir durum ortaya çıkacaktır.Mezkûr soruyu özgüven içerisinde, bir mazeret mekanizmasına da dönüştürmeden sormak, sağlıklı bir iletişimin ve yüzleşmenin önünü açabilir.