Yazının başlığında kullandığım ifade için okuyuculardan çok özür dilerim, ama başka bir ifade yetmiyor. Ancak bazı haller var ki, insan kendisini birilerinden uzakta gösterebilmek için, nezih olmayan bazı kelimeleri anlatmaktan kaçınamıyor. Bu yüzden, konunun hatta dört ayaklılarla bir ilgisi olmadığından, onlardan da özür dilemek gerekiyor.
Bolu'da, 2200 metre yükseklikteki karlı dağlarda, Kartalkaya'da geçen hafta, meydana gelen korkunç yangında, 78 insanın yandığı anlaşılması,
kamuoyu tam mânasıyla şoke etti. Kamuouyu haliyle, ekranlar yürek parçalayan sahnelerle ve vazifesini yerine getirememiş olduğu düşünülen sorumluların ortaya çıkması tartışmalarıyla mebzûl miktarda meşgul.
Ancak, o büyük faciaya rağmen bir kısım tatilcilerin, o otelin hemen etrafında kayak zevklerini tatmin etmekten el çekmeyi düşünemeyecek kadar zevk ve hazlarının kuklası durumuna gelmiş olmaları bile toplumu dilhûn eylerken, daha büyük facia ise, bu facianın kurbanları hakkında sosyal medyada ve ayrıca bazı kurbanların yakınlarının numaralarını ele geçirip onlara telefon ederek, alçakça sözlerle hakaretler dolu lafların yazıldığının ortaya çıkması oldu.
100 yıl öncelerde bir dörtlüğünde, şöyle diyordu:
'Ne taaccüb ediyorsun, buna dünya derler...
Duyulan herzelere onda nihayet yoktur...
Yerin altında 'öküz' var mı dedi, bir meczûb,
Altını bilmem dedim, üstünde fakat pek çoktur...
(Buradaki 'öküz' teşbihini yeni nesillere anlatabilmek için belirtelim ki, Arap halk deyimlerinde, 'Yerin altında bir öküz vardır ve dünya o öküzün boynuzları üzerinde durur ve o 'öküz', başını salladığı zaman dünyada depremler olur...' sözü vardır. Şair de, bir 'meczûb'un, 'Yerin altında öküz var mı?' şeklindeki farazî bir sorusuna cevaben, 'Yerin altını bilmem dedim, amma, üstünde pek çoktur...' diyor.
Ve gerçekten de, yukarda değindiğimiz alçaklığı irtikap edenlere, bu dörtlükte olduğu gibi, en hafifinden ancak 'yerin üstündekilerden' demek gerekiyor.)
Böyleleri, alçaklığın da ötesinde olan yaratıklardır.
*
Halbuki, biz Müslümanların şiarı budur ki, en ahlâksız ve dinsiz- imansız birileri bile bir facianın kurbanı olarak bizden yardım isterlerse, insan olarak vazifemiz, onlara yardım etmektir; 'Belânızı buldunuz, çekin cezanızı...' demek, alçaklık olur. Çünkü insanlıktan en uzak olanlar bile bizden yardım istediklerinde, bizden insanlık bekliyorlarsa, onların beklentilerini boşa çıkaramayız.
Böyle iken, o yangın faciasında yananların içinde farz-ı muhâl, bir kısım günahkârların da bulunabileceğini düşünerek birileri, bu tavırlarını o alçakça eylemlerine gerekçe gösterseler bile, buna hakları yoktur. Onun için yaptıkları alçaklığa söylenecek sözü, biz yine de 'El'mâlum taife' diye üstü kapalı geçiştirelim.
*
Hani, 2. Meşrutiyet döneminde bir mizah dergisi yayınlanır.
Derginin adı, 'eşk'tir. 'Eşk', gözyaşı demektir, Farsçada... (Bu 'eşk' kelimesini Fuzûlî'nin, 500 yıl öncelerde, Hz. Peygamber (S)'in 'ravzâ-i mutahhâre'sine /türbesine varmak hasretini dile getirdiği ünlü, 'Su Kasidesi'ndeki 'Saçma ey göz 'eşk'den, gönlümdeki odlâre (âteşlere) sû... / Kim (ki), bu denli dutuşan odlâre (âteşlere) kılmaz, çare sû. ' beytinden de hatırlayabiliriz.)
*
Ancak, bu ismi halk, derginin mizahî yapısına da uygun olarak, 'eşek' diye okur. Hükûmet tarafından, 'adâb-ı umûmiyeye mugayir olduğundan, işbu mecmuanın adı değiştirile... ' diye bir yazı gelir.
Halbuki dergi çok tutmuştur, dikkatli okuyucular 'eşk' dergisi isteseler bile, sokaktaki insanlar, o derginin adını değil, kendi verdikleri isimle isterler.
Hükûmet cenahı da talebinde ısrar eder. Bunun üzerine derginin yayıncısı, bir çare bulur ve derginin kapağına iki 'eşek kulağı' çizer ve derginin adı da, 'El'Mâlûm' diye yazılır. 'Evet, artık, 'eşek' demiyoruz, ama ne olduğu işte malûm.' denilmiş olur.
*
Biz de, son büyük yangın faciasından sonra, facianın kurbanları konusunda en alçakça hakaretleri dillendirenler konusundaki meramımızı, 'El'mâlum taife' diyerek anlatmış olalım... Bu taifeden birisi de herhalde, 78 kişinin can verdiği otelin sahibi olan kişi. Öylesine büyük ve turistik bir otelde, muhtemel tehlikelere karşı mutlaka alınması gereken hemen hiçbir tedbirin alınmadığı ortada... Bu kişinin Savcılık'taki ifadesi de medyaya yansıdı, dün... Bu 'ifade'den anlaşılacağı üzere, bütün çalışanları suçlu; kendisi ise, patron olarak, mâsûm!.. Ve o da, o 'El'mâlum' taifesinden...
Ve ayrı bir konuya, - İran- Afganistan hattına da bir nazar edelim:
İran Dışişleri Bakanı S. Abbas Erakçi, bu satırların yazıldığı saatlerde (dün akşam saatlerinde) Afganistan başkenti Kabil'e gitmiş olmalı... Ancak, DAİŞ (veya DEAŞ) diye anılan silahlı mücadele teşkilatı, 'Erakçi'nin Afganistan'a gelmesi halinde can güvenliğinin olmayacağı' tehdidine bulunmuş.
Tâliban'ın yönetimi ele geçirmesinden bu yana, ilk kez İranlı bir hükûmet üyesi Kabil'e gidiyor olması önemli... Çünkü halkı Müslüman olan ülkelerden hemen hemen hiçbir ülke, böylesi üst dereceli bir temsilcisini Tâlibân Yönetimi nezdine göndermiş değil. Ama DAİŞ tehdidi de ciddîye alınmayı gerektirebilir.
Tâlibân Yönetimi ise, Erakçi'nin can güvenliğinin kendi sorumluluklarında olduğunu sarahaten açıklamış bulunuyor. Ancak, Afganistan'da Tâlibân Yönetimi ile ona karşı silahlı mücadele veren DAİŞ arasındaki güç yarışı bombalamalarla devam ediyor ve DAİŞ bu sabotaj hareketlerini ret de etmiyor ve hatta sahipleniyor da...
Nitekim 12 Aralık 2024 günü de, Taliban Yönetimi'nin Göç ve Muhaceret işlerinden sorumlu Bakan Halilurrahman Hakkanî de başkent Kabil'de DAİŞ tarafından kabullenilen bir bombalı saldırıda katledilmişti.
Hakkanî, son 3,5 yıllık Taliban Yönetimi esnasında, katledilen en yüksek dereceli Tâlibân üyesi olarak biliniyor.
Bir diğer nokta ise, Afganistan-Pakistan arasındaki sınır boylarında karşılıklı olarak, onlarca asker'in can verdiği silahlı çatışmaların, gerilimi daha bir karmaşık duruma sürüklemiş olması... (Bu konuda, Türkiye'den ve özellikle Başkan Erdoğan'dan, her iki tarafın kamuoyu beklentilerinin yüksek olduğunu da bu vesile ile belirtelim.)