Aşırı hükümlerden hoşlanan bir milletiz.
“Bir Türk cihâna bedeldir.” noktasıyla “Biz millet değil illetiz.” noktası arasında kolan vurmakdan âdetâ keyif alıyoruz.
Ben yaşım îcâbı daha ziyâde “cihâna bedel” takımında yer alıyordum. O yıllar “illet” olduğunu sanan bir iki meczûba illet olunurdu.
Türk olarak kendimizi nasıl tasavvur etdiğimizi en belirgin biçimde tesbît edebileceğimiz alanlardan biri târihî romanlardır. Bu romanlardaki kahramanları incelerseniz hepsinin birer ilâh olduğunu görürsünüz. Öbür ilahlardan belki tek farkları ölümlü oluşlarıdır.
Meselâ bir Otsukarcı’yı, bir Savcı Bey’i, bir Kür Şad’ı ele alalım. O şahsiyetlerin üzerinde en ufak bir leke yâhut çizik bulabilir misiniz?
Bence de bulamazsınız!
Hazır açılmışken, meselâ “Bozkurtlar” ikilisinin hâlen 104. baskısıyla Türkiye’nin en çok satan romanı olduğu vâkıası zâten başlıbaşına bâzı şeyleri ifâde ediyordur sanırım. 67. yılda 105. basım da yolda... Yâni daha sonuna çok var, öyle görünüyor. İşin ilginç yanı artık diğer Türk cumhûriyetleri de sıraya girmeye başladı. Rahmetli Peder bu günleri görseydi herhalde memnûn olurdu.
Onun hayâlinde bu “Bozkurtlar” on cildlik bir dizi oluşturacak ve günümüze kadar gelecekdi. Ömrü vefâ etmedi.
Bunları anlatmakdam kasdım nasıl bir “Türk imajı” ile yetişdiğimizi biraz tasvîr etmek.
Oysa Avrupalı târihî romanlara bakdığımız zaman orada kahramanların daha “beşerî” olduklarını tesbît edebiliyoruz. Meselâ bir d’Artagnan, bir Aramis veyâ bir Pardaillan muhtelif insânî zaaflardan pek de ârî olmayan “kahramanlar” ama bu onların kahramanlıklarına bir halel getirmek bir yana, üstelik daha bir gerçeklik bile bahşediyor.
Bunu tabii o romanları da hatmederken fark ediyorsunuz ama o yaşda neyin ne demek olduğunu tam anlamanız da zor.
Öte yandan çok genç denecek bir yaşda tesâdüfen yurd dışında yaşamaya başlayınca “cihân”ın pek de benim tasavvur etdiğim gibi bir nesne olmadığı gerçeği kafama dank etdi.
Uzatmayayım, kendim bir yana, bizim toplumda bu aşırı övüngenliğin ardından yine aşırı derecede bir kendini kötüleme devri başlaması pek de şaşırtıcı değildi. Çünki zamân içinde dış dünyâyla irtibâtımız artmış ve şâirin 350 sene evvel ifâde etdiği noktaya varmışdık nihâyet:
“Ben dünyâyı Osmanlının sanırdım,
Meğer dünyâ yüz sultanlık yer imiş.”
Şahsen benim için bu idrâk kolay yenilir yutulur bir lokma olmadı.
“Ama nasıl olur? Biz ki...” afallaması hem epeyi vaktimi hem de o gülden nâzik gurûrumun okkalı bir bölümünü aldı götürdü.
Ancak bu zahmetli “ameliye” sona erince, safra atmış bir tekne misâli daha geniş bir manevra yeteneğine kavuşduğumu farkederek ferahladım.
Bu vesîleyle İngiliz mizâhına neden hayran olduğumu da daha iyi çözebildim:
İnsanların kendi kendileriyle dalga geçebilme seviyesine ulaşabilmeleri uzun ve meşakkatli bir süreç.
Demek ki İngilizlerden öğrenebileceğimiz iki şey var:
Bir - İngilizce
İki - Kendi kendimizle dalga geçebilme yeteneği...
Bana kalırsa İngilizceyi daha evvel öğreniriz.
Sâhi, “Bir Türk cihâna bedeldir.”in İngilizcesi nasıldı?