Herkesin bir Molla Kasım’ı vardır, öyle değil mi? Yunus Emre’nin Molla Kasım’ı olur da başkalarının olmaz mı? Bir şeyi yanlış ya da eksik yaptığınızda, eğri büğrü söylediğinizde, duyduğunuz huzursuzluğun sebebi içinizdeki Molla Kasım’ın sizi sîgaya çekmesidir.
Bu ara benim Molla Kasım’la başım dertte. Bir düşünceye dalsam, Molla Kasım’ı sanki karşımda duruyormuş gibi hissediyorum. İnanmazsınız belki, rüyalarıma da rahat vermiyor hazret.
Şimdi benim “rahat vermiyor” deyişime de kızacak. Bazı hususları açmam ve daha iyi izah etmem gerekiyormuş. Mesela geçen haftaki yazının son iki paragrafındaki temel düşünce biraz daha detaylandırılmaya muhtaçmış.
“Buradaki yazıları uzun tutarsam köşemi kapatırlar” desem de cevap hazır: “Bahane istemiyorum!”
Efendim, Türkiye’de bu vatanın asli sahibi olduğunu sanan bir güruh, önüne geleni azarlamak ve yapılan her iyi işi kendilerine mal etmek, her eksik ve yanlış işi de bu ülkenin temel değenlerini savunanlara yıkmak gibi bir tavra sahip. Onlar dayak atma hakkına sahip olduklarını sanıyorlar. Böyle alışmışlar. Kuzu kuzu dayak yemeyi kabul ederseniz, ne âlâ. Dayağa itiraz ederseniz, hele hele dayağı savuşturmaya kalkarsanız, vay halinize. Çığlık çığlığa üstünüze gelmeye hazırlar.
Son bir kaç örnek bunun açık kanıtı.
Gezi parkı bahanesiyle koparılan gürültüyü hatırlayın. Bütünüyle Ak Parti ve Başbakanı hedef alan bir kampanyaya dönüştürülmedi mi bu olaylar?
TBMM AB Uyum Komisyonunun Paris’te düzenlediği Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Sempozyumunda da böyle bir durum hâsıl etmeye çalışanlar vardı. Bunlar, kadın konusundaki her gelişmeyi kendilerinden, her sorunu bu milletin geleneksel değerlerinden bilmek derdindeydiler. Kimi bunu kaba saba bir tarzda yaptı, kimi ince telkinlere başvurmayı tercih etti. Üstelik bu sakat anlayışı hakarete varan bir üslupla dile getirme çılgınlıklarının karşılıksız kalacağını yani atmak istedikleri dayağa itiraz edilmeyeceğini sandılar.
Bir başka örnek, Başbakanın kız ve erkek öğrencilerin bir evde beraber kalmalarını doğru bulmadığına dair sözleri üzerine çıkan tartışma. Başbakanın ne anti demokratlığı kaldı, ne özel yaşama müdahale için fırsat aradığı kaldı. Başbakan hukukla bağlı olduğunu bilmez mi? Şimdiye kadar hukuk dışı hangi düzenlemeyi yaptı ki... Bu işin doğru olmadığını söylemek başka, hukuka aykırı olarak özel yaşama karışmak başka.
Bu konuların Başbakana ne kadar güzel bir fırsat sunduğu 12 Kasım 2013 tarihli Ak Parti Grup konuşmasında ortaya çıktı. Başbakan Erdoğan doğrudan bu konuya girmedi, ama bakın neler söyledi:
“Ak Parti, ilkeleri olan, sınırları olan, kırmızı çizgileri olan, hedefleri, idealleri olan bir partidir. En önemlisi Ak Parti, bir medeniyet tasavvuru olan, ecdadından miras devraldığı bu medeniyet tasavvurunu geleceğe taşıyan bir partidir. Bizi anlayanlar, bizim hadiseler karşısında nasıl tavır takınacağımızı da anlarlar. Bizi anlamayanlar, bizim hadiseler karşısında takındığımız tavırdan dolayı gereksiz bir hayal kırıklığına uğrarlar.”
Başbakan daha sonra devam ediyor:
“Bakın burada tekrar ifade ediyorum; hiç kimse parmağını kaldırarak kibir içinde bizi azarlayacak, bize hiza ve istikamet çizecek yetkiye sahip değildir, o günler geride kalmıştır. Hem aziz milletim, hem de işte bu salonda bulunan her bir kardeşim göğsünü gere gere bu gurur, bu kibir abidelerine siz kim oluyorsunuz deme cesaretini göstermelidir.”
Bir önemli vurgusu daha vardı Başbakanın:
“Ak Parti olarak, muhafazakâr demokrat bir parti olarak, her meselede görüşümüz kesinlikle vardır, söyleyecek sözümüz vardır, hedefimiz ve tasavvurumuz vardır. Ama Hükümet olarak, anayasa ne derse, yasalar ne derse, yani sonunda millet ne derse biz sadece onu yaparız.”
Bu ülkede bela mimarlarının kullanacağı arsa yok artık. Bela mimarlarının medyadaki ve bazı STK’lardaki sözcüleri işsizlik kaygısına düşseler, yeridir. Değişime direnmek ne mümkün!..
Son sözü Necip Fazıl Kısakürek söylesin: “Biz geldik, bilen bilsin!/ Gönül gönül girilsin,/ İnsanlar devşirilsin,/ Sonsuzluk destesinden...”