Tamam, anlayalım ‘gezi’nin mesajını. Bir ağacın, bazen bütün ağaçlar kadar kıymetli olabileceğini anlayalım.
Medeni sınırları aşan polis müdahalesinin vicdanları yaralamasını anlayalım.
Sokaklarda, balkonlarda tencere çalanları da anlayalım. Olayın, ‘ağaç’ veya ‘park’ meselesi olmaktan çıkmasını da anlayalım.
Her şeyi anlayalım. (Anladık zaten.)
Hep biz anlayalım. Başka hiç kimse bir şey anlamasın.
Sopa gösteriyor bir yandan, 28 Şubat artığı kiralık kalemler. ‘Anla, yoksa ortalık daha çok karışır.’
Kim karıştırır ortalığı? Halk karıştırır. Kim halk? Biziz halk.
Bir tek sen misin? Başka kimse yok mu?
Tamam, gönlün olsun, biz anlayalım. Senin hiçbir şeyi anlaman gerekmiyor mu?
Seni, sadece senin sipariş ettiğin şekilde mi anlayalım, yoksa kendi aklımıza da bir değer verelim mi?
Tamam, biz ağzımızı bozmayalım, ama, mesela, sana, ‘İyi, güzel de kardeşim, niye orada millete sövüyorsun?’
diye sormamıza müsaade var mı?
Orada edilen küfürler senin olsun mu?
Mesela, ‘Gezi’deki duyarlılık, sen dahil, bütün milletin aleyhine suistimal ediliyor, alet olma’ gibi cümleler kurabilir miyiz?
Yok. Sadece senin anlamamı istediğini anlayacağım. Senin dediğinden dışarı çıkmayacağım. Faşist misin sen?
Sen küfredeceksin, ben senin ettiğin küfürlere salavat muamelesi yapacağım.
Olur, görürsem söylerim!
(Görürsen, sen de bana haber ver, kullanmasam bile bir kenarda dursun.)
İşgal bitmeye yüz tuttu, ‘halk’ gitti, Gezi ‘halk’ın istifadesine açılır artık.
Başbakan’ın Tunus’tan geldiği gece... Halk vardı havalimanında... ‘İyot gibi açığa çıkan’ 28 Şubat artıklarının inkar ettiği halk.
Ben, o taifenin, halkın bu kısmına halk dediğini hiç işitmedim.
O gece, kalabalığa da, yola da, iyice baktım.
Yol, Yenibosna’dan itibaren ağzına kadar tıkalıydı.
Bir lüks otomobil öbeği vardı. Belki yüzde 5, belki yüzde on. Geri kalanı, Doblo’lar, Kangoo’lar, yer yer kamyonetler, Şahin’ler, Renault’lar, orta halli arabalar, minibüsler, otobüsler...
Sokakların aynısı bir kalabalık. Çıkın dışarı, yürüyün kaldırımlarda ve bakın etrafınıza. Ne görüyor
sanız, öyle bir kalabalık. (Mütegallibenin yaşadığı bir kaç mahalleyi genellemenin dışında tutuyorum.)
O saate kadar, yay, gerildi, gerildi, gerildi... Son haddine kadar gerildi.
Başbakan Erdoğan, uçaktan iner inmez bir isim koydu olan bitenlere.
Bir ‘yekun hattı’ çizdi ve toplamı altına yazdı: FAİZ LOBİSİ.
İsterseniz bin tane analiz yapın. Bu ifadenin dayanağı var. Karşılığı var. Ayrıca, siyasi değeri var.
(Erdoğan, spekülatörleri ‘ümüğünüze çökerim’ diye uyardıktan sonra, borsa bile ağzının tadıyla düşemedi!)
Bu ifade, bir yandan Gezi Parkı’ndaki duyarlılığı ibra ederken, bir yandan oradaki duyarlılıkla, yurt genelinde tırmandırılan gerilimin arasına bir mesafe koydu.
Başka ne yaptı?
Tunus’tan geldiği gece İstanbul’da, sonra Adana’da, Mersin’de, Ankara’da, oyunun görünen ve görünmeyen aktörlerini kendi sahasına çekti.
Erdoğan’ın sahası, kalabalıklar. Halk. Kalabalıklar söz konusuysa, Erdoğan hariç herkes deplasmandadır.
Kalabalıkların dilini Erdoğan kadar anlayan, kalabalıkların elini onun gibi tutabilen ikinci bir siyasetçi yok.
Yüz bin kişiye hitap ederken yüz bin kişinin her biriyle ayrı ayrı konuşuyor Erdoğan. Hepsinin, ayrı ayrı ellerini tutuyor. Ayrı ayrı, hepsinin gözlerinin içine bakıyor.
Siz, isterseniz cımbızla, bir kelimeyi, iki kelimeyi seçin, seçtiğiniz kelimeye göre, istediğiniz yaygarayı koparın.
Erdoğan’ın hitap ettiği kalabalık, o kelimelerin bir tanesini bile israf etmiyor. Hepsini ayrı ayrı anlıyor ve hakkını veriyor.
O kitlenin, Erdoğan’ın sesini işitir işitmez derin bir nefes alması bundandır.
O gün bitti asıl gerilim. Kalabalıklar, Erdoğan’ın sesini işittiği anda bitti.
Ve ‘darbe girişimi’ teşhis edildi.
Bu ‘darbe girişimi’nin dışarıdan destek almadığını söyleyebilecek kimse var mı?
İktidarı ABD’ye, AB’ye tabi olmakla suçlayanlar, BBC’nin, CNN’in, Deutsche Welle’nin beşiğinde sallanmadı mı?
New York Times’ın, Washington Post’un elini öpmediler mi?
Gezi’dekiler alınmasın. Onların darbe teşebbüsüne dahli yok. Aksine, darbe teşebbüsünün onlara dahli var.