TRT’nin Pazar sabahları değişmez kuşağı haline gelen western filmlerinden geçende şöyle bir baktığım örneklerinden, artık spagetti western’in klasiklerinden olmuş Sergio Leone’nin kült sayılan çalışması Birkaç Dolar İçin çeşitli açılardan dikkatimi celbetti. Bir Avuç Dolar ve İyi Kötü ve Çirkin’le üçlemenin bir parçası sayılan film, son derece iyi planlanmış senaryo çalışmasıyla göze çarpıyor ve karakterlerinin ruh dünyalarının ayrıntılarına yönelmesiyle psikolojik western’in çerçevesine giriyor. Bu duygular ve duygulanım temelinden hareketle oyuncular bir müddet sonra ikonik bir karakter kazanıyor ve filmde tasvir edilen kimi olayların anlatımı adeta üsluplaşıyor. Filmin başında ipuçlarını veren gerilim atmosferi gitgide eserin tamamına yayılmaya başlayacak, her an bir şey olacakmış kaygısıyla seyircinin heyecanını canlı tutacak ve belli bir dozun altına hiç düşmeyecektir. Daha baştan hakim olan bu gerilim yavaş yavaş şiddete dönüşecek, şiddet işleyenin halet-ruhiyesinin adeta oyuncağı haline gelmiş şekilde neredeyse sıradanlaştırılacaktır. İşte bu şiddet olgusu, Onları Yükseğe As, Batıda Kan Var, Elveda Sabata gibi filmlerde çok olağan bir olgu gibi işlenmeye başlanacaktır.
Rahat bir şekilde öldürmeye, insanın canına kıymaya yönelik böylesi şiddet uygulamaları, bir sanat sayılabilecek sinema için ne denli uygun bir anlatım sayılmalıdır? Manevi bir ruh iklimi sayılan Ramazan’ın genel atmosferine ne kadar oturmaktadır? Öte yandan, tam da aynı zaman dilimine denk düşen dönemde meydana gelen Gazze katliamı (daha önce Bosna ve diğer benzerlerinde olduğu gibi) gerçek dünyada, yaşadığımız hayatta, burnumuzun dibinde bütün sahiciliğiyle meydana gelmiş, gelmekte, artık bizim için gerçekle sanal olan, sanatın bu art niyetli sonucunu, getirisini haklı çıkarır hale getirmektedir. Sanatın işlevi, estetik ve ahlaki değerleri, aşkın boyutu, yapıcı, sağaltıcı dinamikleri gibi nosyon ve olguları gerçek hayatın insanı aciz bırakan, reelpolitiğe kurban eden, elini kolunun bağlayıp çaresizleştiren, zalimane gücün altında ezdiren gerçeklik karşısında nerdeyse güme gitmekte, sıfırlanmakta, absürdleşmektedir. Sanatın dönüştürücü gücü dediğimiz, ruhu yücelten, olgunlaştırmaya sevkeden, içsel dünyayı zenginleştirip besleyen, yaratılışla mütenasip olanı öngören spiritüel kıvrımları, salınımı nereye gitmektedir? Cebir ve fizik güç mü aslında asli gerçekliktir?
Sanatın elimizde bir oyuncağa dönüşmesi, zaten birçok örneklemede olduğu gibi çeşitli açılardan bir tefessüh zeminine dönüşmesi aslında insanın kendinin kaybından ve ziyanından başka birşey değildir. Sanat üzerine düşen işlevi ne kadar yerine getirmektedir, ne denli fıtrata uygun bir yapılanım içinde gündelik hayatın stratejisi, politiği ve psikolojisi üzerinde etkileşim sağlamaktadır? Olması, yapılması gereken sanatsal duyarlılık nasıl icra edilmelidir, siyaset üzerinde etkin olabilecek (olmaz ya) bir sanat dili nasıl oluşturulabilir, dünyaya yön veren bir sanatsal duruş nasıl ortaya konabilir (aslında 11 Eylül’den bu yana bunu dile getiriyorum)? Sanat ve gerçek hayat örtüşmesi, ideal değerler, üst ve aşkın bir bakış, ruh deruniliğinin yüksek bir düzeyle aynı manaya gelmesi, eşanlamlılık taşıması talep edilen, özlenen, hasreti çekilen hasletler olmalıdır. O zaman sanatın gerçek anlamda işlevsel bir biçimde sürgün verdiğini, yeşerdiğini, hayat bulduğunu, hayatımıza neşvünema kazandırdığını söyleyebiliriz.