Fetullah Gülen’in “Gerekirse ölülerinizi mezardan kaldırıp oy kullandırın” dediği 12 Eylül 2010 referandumunda “evet” oyu kullandım.
Gerekçelerimi de yazdım...
Bu yazılar (gerekçelerim) internet ortamında kayıtlıdır.
Mevcut “yargı düzeni”nin “arka bahçe” görüntüsü verdiğini düşündüğüm ve bir değişikliğe ihtiyaç olduğuna inandığım için evet oyu kullandım.
Söz konusu anayasa değişikliği, hem arka bahçe görüntüsüne son verecek, hem de “erk”ler arasındaki hiyerarşiyi ortadan kaldıracaktı.
Hem de, sivil siyasete inisiyatif tanıyacaktı.
Mesela, eline üç-beş gazete kupürü geçiren bir savcı, kafasına göre “parti kapatma davası” açamayacaktı...
İlginçtir, o dönemin HDP’si, parti kapatmayı zorlaştıran anayasa değişikliği oylanırken genel kurulu terk etmiş, söz konusu değişikliğin anayasa paketinden düşmesini sağlamıştı.
Başka güzellikleri de vardı dönemin HDP’sinin...
Israrla, “Biz siyasetin dışında kalmak istiyoruz” diyorlardı.
Siyasetin dışında kaldılar...
Bugün de sırtlarını PYD’ye, YPG’ye, PKK’ya, Brüksel’e, şuraya buraya dayıyorlar.
HDP’nin (o dönemki ismiyle BDP’nin) tutumunu “rikkat”le mi açıklamalı?
Hani bugün, “Biz 2010 yılında anayasa değişikliğine karşı çıkarak AK Parti-Cemaat ittifakına hayır demiş olduk” diye kendilerini savunuyorlar ve FETÖ konusunda “uyanık” davrandıklarını öne sürüyorlar ya...
Bunun “rikkat”le filan bir ilgisi yok...
PKK, “Böyle vaziyet alacaksınız” diyordu.
Öyle vaziyet alıyorlardı.
O günkü tutumları rikkatten kaynaklansaydı, 17/25 Aralık’ta FETÖ’nün kuyruğuna takılmazlardı, ortak istihbarat havuzundan beslenmezlerdi, FETÖ’nün medya imamlarıyla “arka kapı diplomasisi” yürütmezlerdi...
Duruma göre, hem “karşıtlık”tan, hem de kurdukları çarpık ittifaktan nemalandılar. Çünkü “ilke”ye göre değil, hep buyruğa göre hareket ettiler.
Şunu demeye çalışıyorum:
HDP’liler (ve bilumum muhalifler) tutumlarında sebat etmediler ama referandumda beni (bizi) “evet” demeye iten gerekçeler aynen geçerliliğini koruyor.
Bugün de olsa “evet” derim.
Bu defa rezervlerimi ortaya koyarak ve “malzeme”den emin olduktan sonra “evet” derim.
Bunu, FETÖ soruşturması kapsamında tutuklandıktan sonra etkin pişmanlık hükümlerinden yararlanıp serbest kalan eski HSYK üyesi Kerim Tosun’un ifadesini okuyunca düşündüm...
Hayır, “kandırıldık” demiyorum.
Sadece “hesapsızca” abandık.
Mahut arka bahçe görüntüsüne son vermek azmiyle davrandık ama söz konusu anayasa değişikliğinin bir başka arka bahçe düzenine kapı aralayacağını (yargıda örgütlenmiş FETÖ militanları eliyle bunun kötüye kullanılacağını) düşünemedik.
Kerim Tosun ifadesinde, 2010 yılında Yargıtay’a seçilen 160 üyeden 120’sinin cemaat mensubu olduğunu söylüyor...
Demek ki iş dönüp dolaşıp insan malzemesinde odaklanıyormuş.
Malzeme kötüyse, hangi değişikliği yaparsanız yapın, hangi demokratik düzenlemeleri hayata geçirirseniz geçirin, sonu hayra çıkmıyor... (Neyse ki hükümet 2013 yılında uyandı ve yargıdaki otonom yapılanmayı dağıtarak bir hatayı telafi etti.)
Bu cümleden olarak (ve müfrit bir “yetmez ama evet”çi olarak) 2010 referandumunun FETÖ’ye alan açtığını itiraf ediyorum ve hisseme düşecek suçlamaları “peşinen” kabulleniyorum.
Darısı, bugün FETÖ’ye kol kanat geren Kemal Kılıçdaroğlu ve şanlı sosyalistlerimizin başına.
Dün FETÖ’nün ne şerir bir örgütlenme olduğu bilinmiyordu.
Bugün biliniyor.
Dün “bildiklerini” söyledikleri halde, bugün bile bile bu örgütle kol kola yürüyenler de artık bir kıymet ifade etmiyor!