Bir yazar olarak bugünlerde en büyük merakım ve arzum, Haziran seçimlerinde parlamentoya girmeyi başarmış, biri çok genç, biri orta yaşlarda iki kadınla röportaj yapmaktır. Bu merakın nedenlerini yazının sonuna bırakarak, önce yazarlık üstüne, birkaç şey söylemek istiyorum.
Mecliste epey gazeteci/yazar var bu dönemde. Bazen görüyorum, milletvekilleri neden köşe yazmaya devam ediyor gibi itirazlar söz konusu. Ama bence bu itirazlar çok yersiz.
Politik kimlikler geçicidir. Milletvekili olursunuz, bakan başbakan, parti genel başkanı olursunuz, ama bir gün bu kimliğinizin önüne ‘eski...’ kelimesinin yazılmasını önleyemezsiniz. Yıllar geçmiş ve bu kimlikler yıllara direnemeden ‘eski’ birer kimliğe dönüşmüştür.
Eğer yazarsanız ve hele bu kimliği kuvvetle hak edenlerdenseniz, bu kimliğiniz zamana karşı direnir ve hiç bir zaman, kimsenin aklına bu kimliğin önüne ‘eski’ gibi soğuk bir kelimeyi koymak gelmez.
Yazarlık, yazıyla özdeşlemiş bir kişi için yazı, hayatı her defasında ve yeniden anlamlandırmanın bir yoludur. Hiçbir şey insana yazdığı kitaba ilk dokunuş gibi, yazdığı yazıyı ertesi sabah gazeteyi eline alıp okumak gibi keyif vermez. Siyaset yapıyor diye, bir yazara yazı yazmayı bırakmasını tavsiye etmek, abesle iştigaldir. Gerçek bir yazara, yazmadan yaşayamayan bir yazara, eğer bir hücreye kapatılmış , ya da ölümcül bir hastalıkla pençeleşiyor olmak gibi bir durum yoksa, yazı yazma demek, hakkaniyetle bağdaşmaz.
İtiraf etmek gerekirse, aktif politikanın hayatıma soktuğu en büyük çaresizlik, eskisi gibi okuyamama çaresizliği, dört beş kitaba birden başlayamama kadersizliğidir.. Üstelik bu kadersizliği aşmanın imkanı da yok maalesef.
Otuz yıl çatışma yaşamış ve bana göre Türkiye’nin hem dış hem iç politikası ve geleceği bakımından en stratejik ilinde partinizin tek vekiliyseniz, saatlerce kitap okumanın keyifli konforuna bir daha asla dönemezsiniz.
Siyasi hayatın içinde olmak, bir tanık ve gözlemci olmanın ötesinde, aktörü olmak yazı serüveni için büyük bir nimet.
Kürt meselesinin siyasi tarihiyle- isterseniz trajedisi de diyebiliriz- iç içe geçmiş kişisel hayat hikayeme bakıyorum. Olaylara siyasi hafıza üzerinden bakmak belki biraz da böyle bir şey. İnsan yaşadığına, tanıklıklarına güveniyor. Yaşananları bir anlatıcıdan dinleyerek öğrenmeye çalışmak başka, bir anlatıcının, anlattığı hikayenin bizzat yaşayanı olması başka..
Geçenlerde değerli dostum Namık Sakık memleketi Muş’a gitti. Birkaç gün kaldı ve Ankara’ya döndü. Sohbet ederken bir ara şöyle dedi:’ 90’lı yılları yaşayanlar, bugüne çok farklı bakıyor, hiçbir şekilde geriye dönülmesini istemiyor; ama doksanlı yılların atmosferini bilmeyen, nasıl yaşandığını sadece anlatıcılardan, o da yoğun bir siyasi propaganda üzerinden öğrenmiş gençler ise olup bitenlere bambaşka zaviyelerden bakıyorlar. Öfkeliler ve kanları kaynıyor..’
Şimdi gelelim, bir gazeteci-yazar olarak sözünü ettiğim arzuya..
Bu arzu iki kadınla, Leyla Zana ve Dilek Öcalan’la uzun bir söyleşi yapmaktan ibaret.
Leyla Zana ve Dilek Öcalan. Mecliste, iki farklı hafızaya sahip iki kadın vekilimiz onlar. İkisi de bence sembol isimler. Leyla Zana, hayatı roman bir kadın. Kürt sorunuyla iç içe geçmiş bir hikayeye sahip. Meclis oturumunda dikkat ediyorum, genellikle arka sıralarda oturmayı tercih ediyor. Sanki onu ne kadar çok hatırlarsak, konuşmasını, şu yaşadığımız hadiselere dair yorum yapmasını isteyecekmişiz ve o, bu isteğimizi yerine getiremeyecekmiş, ya da inandıklarını söyleyemeyecekmiş gibi bir his var içimde. Oysa bu süreç Leyla Zana gibi bir kadının susması değil, en çok konuşması gereken bir süreç. Ama o ağzını açıp tek kelime söylemiyor. En son ve uzun bir röportajla görüşlerini söylemişti. O röportajla beraber çözüm süreci başlamıştı hatırlarsanız. Söylediğine ve konuştuğuna pişman ettiler. Leyla Zana’yı kendi zemininden ve hikayesinden uzaklaşmış olmakla suçladılar. Suçlayanlara bakıyordum, bu zemine ve bu hikayeye dair, yaşanmış bir günü bile olmayan insanlardı. Şu dediler bu dediler. O gün bugündür Leyla hanım susuyor. O, doksanlı yılların sembol ismi , doksanlı yılları artık konuşmaya başladığımız şu günlerde, konuşsa gündem yaratabilir, yanlış olan bir çok şey yerli yerine oturabilir.
Bir diğer kadın, Urfa milletvekili Dilek Öcalan da, bence başka bir sembol isim. Leyla Zana gibi, Kürt meselesiyle iç içe geçmiş özgün bir siyasi hikayeye sahip olduğu için değil, ama son Kürt isyanının, yani Abdullah Öcalan’ın yeğeni olduğu için..Dilek Öcalan, 90’lı yıllarda doğdu, o yılları yaşadı, ama bir çocuk olarak..Dilek Öcalan, mecliste önemli bir görev yüklendi. Genç vekillerle beraber, oturum yönetti, isimlerimizi okudu bazen, biz de sıraya girip oy kullandık. Bence bunun çok sembolik ve Türkiye demokrasisin sunduğu imkanlar bakımından büyük bir değeri var. Anlayana tabi.
Acaba Dilek Öcalan, son isyanın liderinin yeğeni olarak, meclisin ve Ankara’nın yolunu tutmuşken, onun yaşındaki ve çoğu da ondan küçük yaştaki Kürt gençlerinin, Rojava’nın ve dağın yolunu tutması hakkında ne düşünüyor? Belki hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Çünkü Dilek Öcalan da Leyla Zana gibi susuyor. Ama Dilek Öcalan isminin binlerce Kürt gencinin aklına şunu getirdiğini sanmak zor değil:
‘Siyaset yapacaksak eğer, Ankara’ya ve Meclise , olmadı Hakkari veya Diyarbakır belediye başkanlığına giden yoldan mı, yoksa dağa giden yoldan mı yürümeliyiz?’
Soruları çoğaltabiliriz tabi..
Hangi yol daha emin, ve güvenli acaba?
Meclisin mi, her biri yerel bir parlamentoya sahip belediyelere giden yol mu, yoksa dağın yolu mu?
Ve eğer Dilek Öcalan’ın yolu doğruysa, Kürt gençleri hala neden başka yollara sapıyorlar?
Yok eğer başka yollara yani dağın yollarına sapan gençlerin tercihi doğruysa, o zaman Dilek Öcalan’ın mecliste işi ne? (Yanlış anlaşılmasın, Dilek Öcalan’ın mecliste olmasını ve devamının gelmesini istiyorum, kimse bu cümleleri istismar etmesin lütfen..)
Son Kürt isyanının lideri olan Abdullah Öcalan’ın yeğeninin mecliste olması, son isyanın bittiğinin işareti ve sembolü değil midir?
Ne müthiş bir gazetecilik olurdu, farklı kuşaklardan ve farklı yaşlarda, olan Leyla Zana ve Dilek Öcalan’la bir nehir söyleşi yapmak. Kaç gazeteci bunu düşündü bilmiyorum, Kandil’e çıkıp söyleşi yapan kaç meslektaşımızın aklından geçti onu da bilmiyorum, sonra olur mu, hele benimle olur mu, pek emin değilim doğrusu, ama benim aklımdan geçti ve yazdım işte.
İki kadın, iki sembol isim. Leyla Zana ve Dilek Öcalan. Bir gazeteciye bir nehir söyleşi verseler, bu ve benzeri sorulara cevaplar aransa , 90’lı yılları ve günümüzü bu sembol isimler üzerinden tartışmaya başlasak, çatışmalar durmazdı herhalde, ama fena da olmazdı hani..