Biliyorsunuz ki yazarlar ikiye ayrılırlar:
BİR- Romantik isyankârlar
Ve
İKİ- Realist itaatkârlar...
Bunların yanısıra “romantik itaatkârlar” ve “realist isyankârlar” diye adlandırılan iki ara tür daha vardır ama ziyâde istisnâî durumlarda ortaya çıkdıkları, hattâ ortaya bile doğru dürüst çıkmayıp sâdece çıkarmış gibi yapdıkları için onlardan ancak yerim kalırsa bahsedeceğim.
Asıl yazar türlerine gelince, romantik isyankârlar, adlarından da anlaşılacağı üzere iki vasfa sâhibdirler:
Bir- Romantik olurlar.
İki- İsyankârdırlar.
Böyle olunca da kendilerine “romantik isyankârlar” adı verilmesi bir bakıma zarûret hâline gelmişdir.
Başka ne denecekdi ki?
Realist itaatkârların en önemli özelliklerine bakacak olursak bunların bir yandan “realist” olurken aynı zamanda “itaatkârlık” çizgisine de sâdık kaldıklarını görürüz ki kendilerine “realist itaatkâr” denilmesine zannımca bu durum sebebiyet vermişdir.
Yoksa herhalde başka bir şey denilirdi.
Şimdi merâmımızın daha iyi anlaşılabilmesi için bu iki yazar türünün olaylara bakış tarzına kısaca eğilmemiz fenâ olmaz. Lütfen defterlerinizi kapayıp kalemlerinizi sıraların üzerine bırakdıkdan sonra arkanıza yaslanın ve kollarınızı göğsünüz üzerine kavuşturarak can kulağıyla beni dinleyin:
Farzedelim ki Başbakanımız Erdoğan “Gezi Muhârebeleri”ndeki son durumu arâzîde incelemek üzere Taksim’e geldi, bir süre etrâfı dolaşdı, müteâkıben Meydan’ın karşı yakasındaki bir terasda oturup bir bardak ayran içdi ve gitdi.
Romantik isyankâr bu haberi şöyle verir:
“Başbakan Erdoğan’ın daha Taksim’e gelişi bile problemliydi. Sütbeyazı bir rahvan atın sırtında şimşek gibi meydana girerek önce Anıt’ın çevresinde bir tur atdıkdan sonra kamçısıyla çizmelerini döve döve Gezi tarafına yönelmek yerine cadı gibi simsiyah bir arabanın içinde...”
Realist itaatkârlar ise olaya değişik bakarlar:
“O arabanın o saatde Sıraselviler tarafından Meydan’a varamayacağı belliydi. Bize sorsaydı biz ya yolu açmanın çâresine bakar ya da kendisini ellerimiz üzerinde taşıyarak... Kaldı ki oranın ayranı ekşi olup...”
Görüldüğü üzere bu iki bakış tarzı arasındaki zıddıyet böylesine basit bir meselede dahî gayrı-kaabil-i telîf ölçülere varırken çok daha önemli durumlarda âdetâ ülke güvenliğini tehdîd edici boyutlara ulaşmaktadır.
Bu içler acısı vaziyet karşısında meselâ Muhâlefet Lideri Sayın Kılıçdaroğlu’nun vatanperverâne bir gayretle “Bu arkadaşlardan ne köy olur ne kasaba!” şeklindeki uyarısı maatteessüf gerekli endîşe ve ilgiyi uyandıramamakda ve kelimenin tam anlamıyla güme gitmektedir.
Bence bu eksiği gidermenin yegâne yolu Sayın Kılıçdaroğlu’nun bundan böyle nezâketi bir yana bırakarak bu zevâta anlayacakları dilden hitâb etmesidir.
Örneğin “Bu arkadaşlardan...” yerine “Bunlardan ne köy olur ne kasaba!” dese bu üslûb, muhâtablarını derhâl sayıyla kendilerine getireceği gibi beni de oturup bu tür yazılar yazmak külfetinden kurtarmış olur.
Onun için bir kere daha tekrâr ediyorum:
Bu vatan hepimizin, arkadaşlar!
Amour
Bülent Gündüz adlı bir Franko-Türk rejisör “Roboski, mon amour” adlı bir film çevirmiş. Belki hârikulâde bir filmdir ama ismi beni biraz rahatsız etdi.
Kalburüstü Fransız rejisörlerinden Alain Resnais’nin 1959 yapımı ve “Hiroshima, monamour” adlı filmini fazlaca hatırlatıyor. Üstelik çok bilinen ve olağanüstü değer verilen bir filmdir.
Şahsen Bülent Gündüz’ü tanımam. Ama Alain Resnais’den bîhaber olacağına ihtimâl vermiyorum. Onun için kendi filmine neden böyle bir ad verme ihtiyâcını hissetdiğini anlayamadım.
Önemli bulmayanlar olabilir ama ben önemli buluyorum.