Türk basınında kötü bir adet vardır: Bir insanın fikrini eleştirirsiniz, o buna kızıp sizin şahsınıza hakaret eder. Yeni Şafak yazarı Salih Tuna geçen Cumartesi günkü sütununda bana karşı tam da bunu yaptı. Benim de bir kaç söz söylemem icab etti.
Evvela eleştirim neydi, onu bir izah edeyim. Aslında eleştiri dahi değil, Türk siyasi kültürüne dair kendimce yaptığım bir teşhisin bir numunesi olarak bahsetmiştim mezkur yazarın bir yazısından. O yazıda Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan arasındaki farkı anlatıyor ve ikincisini övüyordu. Çünkü Geziciler karşısında Gül ılımlı ve tavizkâr iken, Erdoğan tavizsiz ve “dik” durmuştu ona göre. Gereken de buydu. Çünkü bir kez taviz verilse ikincisi istenir, sonuçta “boyun eğilmiş” olurdu...
İşte, ben bu yazıdan bir pasaj alıntıladıktan sonra, bunun “Türk siyasetinin değişmez kuralı olan önleyici otoriterlik doktrininin bir ifadesi olduğunu” anlattım. Otoriterlik, örneğin siyaseti uzlaşıyla değil dayatmayla yürütmek, öteki tarafın muhtemel dayatmalarının önüne geçmek için alınan bir tedbirdi. Çünkü öteki tarafın çok “haince” niyetleri olduğuna emindiniz. Yüz verilince astar isteyeceğine, tavizi iyi niyet değil zayıflık olarak göreceğine kanidiydiniz. Siyasi tarihimizde siyasi aktörlerin pek çoğu böyle düşündüğü için de siyasi uzlaşı çok nadir oluşuyor, daha ziyade keskin kavgalar yaşanıyordu...
Asıl mesele, Erdoğan’ın otoriterliği değildi, bir başka deyişle. “İslamcılığı” hiç değildi. Mesele, demorasi tarihimizde sürekli görülen aşırı kuşkucu ve çatışmacı olan siyasi kültürümüzdü.
Peki bu yazdıklarım yanlış mıydı?
Kararı siz verin. Ama tarif ettiğim siyasi çatışmacı kültürün bir ifadesi olarak alıntıladığım bir zatın, hakaret ve istihza dolu bir saldırı yazısı yazması, tam da bahsettiğim sorunun çarpıcı bir örneği gibi geldi bana.
Bu vesileyle yine mezkur yazarın dile getirdiği ve belki başkalarının da aklında olan bir kanaate şerh düşmek isterim: Benim Gezi olaylarından itibaren “savrulmuş” olmam.
Enteresandır, ben de bilakis benim epey sabit durduğumu, buna mukabil belki başkalarının savrulduğunu düşünüyordum bir süredir.
Çünkü, arşivlere bakıyorum, geçen on yılda hep aynı şeyleri savunmuşum: Türkiye’de hak ve özgürlüklerin tam tesisini; bu amaçla evrensel hukuk standartlarının kabulünü; devletin sivil topluma, piyasaya, özel hayatlara müdahale etmemesini; demokratik usulleri; siyasette nezaketi, anlayışı, empatiyi...
Ve hep aynı şeylere karşı çıkmışım: Toplumun şu veya bu kesiminin “iç düşman” sayılmasına, iktidar muhaliflerinin “vatan haini” ilan edilmesine, sosyal olguların “dış mihraklar” odaklı komplo teorileri ile açıklanmasına, nefret diline, cadı avlarına, politik şiddete...
İşin güncel özüne, yani iktidara nasıl baktığıma gelince...
Ben, Türk basınında düzenli yazmaya başladığımdan beridir, AK Parti için gözü kapalı bir propagandist değil ama gerektiğinde eleştirel olabilen bir dost olarak gördüm kendimi. Eleştirimin dozu son dönemde arttıysa, yukarıda belirttiğim ilkeler nedeniyledir. (Beş sene evvel bu sütunda “Hiç kimse vatan haini değildir” diye yazmışken, bugünün yeni “vatan hainleri” söylemine eyvallah diyemeyecek oluşumdandır mesela.)
Niyetim, bundan sonra da eleştirel bir dost olarak kalmaktır. Konjonktürel kavgalar ve öfkeler bu yaklaşımımı değiştirmez. İlkelerimi hiç değiştirmez.
Mezkur yazara gelince... Kur’an, çirkin söz sahipleri karşısında, “Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz de size; selâm olsun size” demeyi tavsiye eder. Ben de öyle deyip geçiyorum.