Yüzüklerin Efendisi”ndeymişiz gibi geliyor bana.
İyilikle kötülüğün sürekli savaştığı bir hikayenin içindeyiz ve hepimiz kendi rolümüzü kendimiz yazıyoruz.
Bazısı yangını büyütmeye çalışıyor, bazısı söndürmeye.
Bizi bir kabustan uyandırmaya.
***
Leyla Zana’nın çıkışı, onun siyasete, söze ve hayata çağrısı tam da böyle bir etki yaptı. Eğer bir gün bu hikaye mutlu sonla bitecekse, gencecik çocukların birbirini öldürmeyeceği bir ortam inşa edilecekse, acılı bir geçmişin, ödenmiş bedellerin ve milliyetçilikle malul olmayan bir bilincin bilgeliğini taşıyan bu sesin bunda çok özel bir payı olacak.
Ve tabii ki Leyla Zana’nın sözlerinin arkasında durarak o sesi güçlü kılan her kesimden Kürt aydınlarının verdikleri güçlü kolektif desteğin de. BDP’nin geldiği HEP-DEHAP geleneğinden HAK-PAR’a, İslami kesimden liberal Kürtlere, bölge baro başkanlarından solcu Kürtlere ve Irak Kürdistanı’na kadar uzanan geniş bir yelpazeden isimler, dar kafalı milliyetçilerin ve klavye başına geçince canavara dönen tivitır kovboylarının kınamasına aldırmadan “söz”den yana durdular.
Zor olanı yaptılar; şiddeti bir türlü mahkum etmeyi başaramayanlarla aralarına anlamlı bir sınır çektiler.
Hayırlı bir gelişme bu. CHP bile çözüm yönünde sözler sarf ediyor artık.
Şimdi Kürt Sorununa hak temelli çözümden yana olan herkesin daha net ve daha yüksek sesle konuşmasının zamanı.
Şiddet sürsün veya sürmesin, isterse PKK her halükarda şiddete devam edeceğini açıklasın, hakların hesapsız, kitapsız, pazarlıksız iade edilmesinin zamanı.
Haklar verilsin veya verilmesin, isterse Hükümet anadilde eğitim hakkını hiç tanımayacağını açıklasın, silahı ve her türlü şiddeti kategorik biçimde reddetmenin zamanı.
***
Peki siyasi aktörler, bu mutabakatın neresinde?
BDP, Leyla Zana’ya destek vermedi. Onun yerine, sadra şifa olmayan bir miting düzenledi.
“Kürt Sorununa Demokratik Çözüm” adıyla bir miting yapmak için seçilebilecek son tarihlerden biriydi 14 Temmuz.
Sadece geçmişte Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde 4 insanın kendisini yaktığı günü ifade etmiyordu bu tarih. Türkler için de pek çok “şehidin” geldiği PKK’nın Silvan saldırısının ve “Demokratik Özerklik” ilanının yapıldığı gündü aynı zamanda.
Söylendiğine göre “13, 15 veya 16 Temmuz olursa izin veririz” şeklindeki alternatiflerin hiçbiri BDP tarafından kabul edilmemiş. Belli ki, orada verilecek mesajın içeriği o günün anlamından daha az değerli görülmüş.
Bu mitinge ilişkin basın açıklamasının Leyla Zana’nın basın açıklaması ile aynı gün ve saate denk getirilmesi de başka bir kötü “rastlantı”ydı.
Gelelim yanlışın öbür yanına.
Siyasi bakımdan bu mitinge yönelik eleştiri başka, hukuki bakımdan mitingin yasaklanmasını meşru görmek başka.
Mitingin yasaklanması yanlıştı. Zana’nın çağrısıyla oluşan atmosfere zarar verdi.
Polisin aşırı güç kullanımı, Pervin Buldan’ın ayağından yaralanmasına yol açan müdahalesi hukuksuzdu.
Daha elim ve vahim olmak üzere İçişleri Bakanı konuyla ilgili açıklama yaptı (Bunu söylemek yeterlidir herhalde.)
“Provokasyon” olacakmış. Çok soruldu: “Yasaklanmasaydı bundan kötüsü mü olurdu?”
Dahası, 13 veya 15 Temmuz’da önleneceği düşünülen provokasyon 14 Temmuz’da nasıl niye önlenemiyormuş?
Bütün bunların yaşanması gerekiyor muydu? Şairin dediği gibi “bunlar olsun muydu?”
***
“Bir sözü söylemek gerek / melekler de bilmez ola” diyor Yunus Emre. Ancak insan bu kadar büyük bir sorun açabilir başına ve yine ancak insan meleklerin bile bilmediği bir sözü söyleyerek çözer onu.
Hepimize açılmış bir zaman kredisi var ve yarın anlatılacak bir tarihi bugün birlikte yazıyoruz. Şimdi kendimizi, bugüne kadar izlediğimiz yolu sorgulamanın zamanı. Bu “söz”e mesafemizle yüzleşmenin ve etnik kimliklerimizden, siyasi hırslarımızdan bir an için sıyrılıp o sözü bulmaya çalışmamızın zamanı.
Gönül istiyor ki bu kez bu hikaye iyi bitsin.