Genç yaşında sırlanan harf emektarı arkadaşlarımızın kervanına, şair Mevlana İdris Zengin de katıldı. Bir insan hem Mevlana hem de İdris olunca, işi gücü muhakkak göklerle ilgili olurdu ki onunki de öyleydi. Bir melek gibi, bir sükûnet gibi, bir derviş gibi, bir serin ağaç gölgesi gibi, ikindi vaktinde sakinleşen rüzgarlar gibi geldi geçti aramızdan... Zarif bir beyefendi, değerli bir yoldaş.
Kendine has eğilip bükülmeden duruşuyla, şeref sahibi, "elif gibi düpdüzgün', bir insan geçti aramızdan. Şiirinde dediği gibi: "Elif olmak zordur/ çünkü elif olmak/ yuvarlak bir dünyada dik durmanın/ dik ve önde/ belki acıyla/ ama vazgeçmeden/ durmanın/ dünya ne kadar dönerse dönsün/ olduğu yerde kalmanın adıdır elif olmak/ kaç silah varsa/ elife çevrilir/ elif hep olduğu yerdedir/ silahlar patladığında ilk vurulan eliftir/ zordur elif olmak/ elif olmak hep vurulmaktır'
Mevlana kardeşimle, aynı yıllarda okuduk İstanbul Hukuk Fakültesi'nde, aynı dergilerde, aynı gazetelerde yazdık, aynı kitap fuarlarında okurlarımızla buluştuk, aynı uçakta, aynı arabada, aynı otelde, aynı ülkelerde, aynı şehirlerde gezdik dolandık. En son Batman'da gençlerle buluşması vardı, onun ardından ben vardığımda Batman'a, o Maraş'a geçmişti ve biraz üşütmüştü dediler, rahatsızlanmıştı dediler, kardeşimiz işte o hastalıktan bir daha çıkamadı...
Onun gençlere ve hassasten çocuklara adanmış ömrünü, idealizmi ve duygusallığı açısından bir yanıyla Cahit Zarifoğlu'na, gizemli ve spekülatif zekasıyla, şaşırtıcı kurgu vizyonuyla da Küçük Prens'in yazarı Saint Exupery'e benzetirim. Yazdığı çocuk hikayelerinde kısa bir öyküyü değil, bir alemi anlatır, bir kirpi dili, alfabesi ve sözlüğü hazırlamıştır mesela. Işık hızıyla işleyen bir zeka, edebiyat teknesinin yelkenlerini coşkuyla şişiren yüksek bir hayal gücü... Bir üniversite konferansında hiç konuşmadan talebelere bir müddet baktıktan sonra, aniden cebinden çıkarttığı mızıkayı çalmaya başlaması mesela. Her hali tek, tekrarsız, orjinaldi...
Ve kaybolmaları... Pekin'de, Frankfurt'ta, Antalya'da, Balıkesir'de... Yalnızlığı önemsediğindendi sanırım, onun zırhıydı yalnızlık. Allah'a kaçmak'tan bahseder ya Kur'anı Kerim, itikaf gibi sükunete ve yalnızlığa kaçardı. Yitmek, şair Mevlana İdris için olumsuz anlamı olan bir kavram değildi. Ermek veya sırra kadem basmak gibi masalsı bir şeydi sanırım. Feqiye Teyran'ın hikayesinde olduğu gibi, ceylan peşinde koşarken, bir dağdan bir dağa, bir nehirden bir nehire geçip durmuş, tacı tahtı bu uğurda terk etmiş, bu sessiz yol ona, ceylanların, ağaçların, kuşların dilini öğretmiş, hatta kuşların öğretmeni olmuş... Yağmurlu gecelerde, tıpkı bu menkıbedeki gibiydi benim tanıdığım Mevlana İdris, sessizce otel odasından çıkar, karanlığın içine dalar, gün ağarana kadar yağmurun sesini dinlerdi... Şiirini yaşardı: "İyi geceler bayım, hiç yittiniz mi?/en az bir defa yitmeli insan/ nasıl geçti yıllar/ telefon beklerken mi?/ şarkılar bitti, şarkılar bitti/ bir şey söylemedin kadınlar için/ devrimler için/ bir şey söylemedin yıldızlar için/ iyi geceler bayım."
Prof. Ayhan Songar, psikiyatri kliniğindeki bir divanenin kendisini çok etkilediğinden söz ederdi. Yaşlı başlı bir adam olduğu halde; "Ahh yetimlik..." der dururmuş bu hasta. Genç bir asistan olarak Songar Hoca, "Kaç yaşında adamsınız, hiç yetimliğine üzülür mü insan" diye çıkışınca, hasta ona şöyle bir bakmış; "Yetim diyorsak, akran yetimiyiz hekim bey" demiş. Bu ferasete şapka çıkartılır derdi hoca... Ben 18'imde dinlediğim bu hikayenin anlamını ancak 40 yıl sonra anladım. İnsanın akranlarını, çağdaşlarını, hatıralarını biriktirdiği harf ve edebiyat emekçilerini, yoldaşlarını ahirete yolcu etmesi, o kadar ağır bir işmiş, arkadaş yetimi kalmak öyle zormuş ki...
Allah'ımızın rahmeti Mevlana kardeşimizin üzerine yağsın, Peygamberimizin şefaati kuşatsın. Aynı gün vefat eden şair Abdurrahim Karakoç ve şair Cahit Zarifoğlu'na şair Mevlana İdris de katıldı... Türk edebiyatı ve Türkçe, çok değerli bir çocuk edebiyatı ustasını yolcu ediyor bugün. Bir şair Hakka yürüyor. Melekler yoldaşı olsun...