Bu satırlar kaleme, yani tuşa alınırken henüz Noel akşamına birkaç saat vardı. Başka bir deyişle Hazreti İsa’nın doğum gecesi olarak kabul edilen akşama... Sizler bu satırları okurken ise Bebek İsa birkaç saatlik olacak. Ortodokslara gelince onların daha onüç gün beklemesi gerekecek.
Fransa ve Belçika’da Noel, bizdeki yılbaşı kutlamalarını andıran şekilde nisbeten dışarıda ve restoranlarda filan idrak edilir. Almanlar ve Avusturyalılar daha bir aile içi kutlamayı tercih ederler ama son yıllarda adetler epeyi değişdi.
Dünki yazımda Noele dair birkaç bilgi vermişdim. Bugünse bir Noel anımı naklederek sizleri abad etmek istiyorum.
Hazırsanız hemen
başlayalım!
1970’lerin ilk yarısında bir yıl Noeli tek başıma geçirmeğe hazırlanıyordum. Mutaden o sıra beraber olduğum bir hanımın ailesi beni de davet ederdi ve ben bu davetden müdhiş haz duyma numarası yapardım. Zamanla bu alanda öylesine maharet kesbetmişdim ki artık yapdığım numaraya kendim bile inanır olmuşdum. Büyük karekter artizleri bööledir. Fakat o yıl canım fena halde yalnız kalmak istediğinden bazı yalanlar uydurarak bu işden sıyrılmayı becermişdim. Zaten o vakitler doğru dürüst beraber olduğum bir hanım da bulunmuyordu. Büyük çapkınlar zaman zaman uzlete çekilmek isteyebilirler.
İşte ben de böyle bir ruh haleti içinde o Noeli de tek başıma geçirmek üzere çok iyi bir mezeciden nevalemi düzerek yalnız başıma oturduğum, dördüncü katdaki ufak apartman daireme gelmiş ve elimde okkalı bir kadeh konyakla pencerenin önüne oturarak alık alık aşağıyı seyretmeye koyulmuşdum ki....
...telefon (acı acı!!!) zırladı.
Paris’den adamakıllı samimi bir arkadaşım arıyordu. Yine çok yakın arkadaşım olan sevgilisiyle arasında olağanüstü karmaşık bir ihtilaf çıkmışdı. Aradan bunca sene geçmiş olmasına rağmen ne olduğunu hala açıklamak istemediğim bir ihtilaf. Kısacası mesele bir gönül meselesi değildi. Zaten öyle olsaydı 480 km. öteden beni niye arasınlardı?
Uzatmayalım, benim acilen Paris’e kadar bir uzanmam elzemdi, öyle söylüyorlardı.
Bir Noel arefesi, tam kendinizi şöyle sakin ve huzurlu bir akşamın kollarına teslim etmeye hazırlanırken o soğuk, çisentili ve sevimsiz havada palas pandıras yollara düşüp geceyarısını epeyi geçe Fransa Başkenti’ne inmek doğrusu hiç moral yükseltici bir durum değildi.
Ama çarnaçar, bulabildiğim en ufak valize birkaç parça eşya tıkışdırıp o gün o saatde adeta bir mucize eseri olarak bulduğum bir taksiyle garın yolunu tutdum.
Paris ekspresi saat 19.15 yahut 19.20 gibi hareket ediyordu. Daha iki saat kadar vaktim vardı. Bilseydim elbet bu kadar acele etmezdim ama...
İster istemez garın lokantasına girdim ve konyağıma bırakdığım yerden devam etmek istedim. Tabii buradaki konyak benim evde terketdiğime nazaran bulaşık suyu gibi birşeydi ama kader deyip katlanacakdım.
Tam masama şöyle bir yerleşip konyağımdan bir yudum alarak kitabımı açmaya hazırlanırken yan masadaki komşum dikkatimi celbetdi. 35 yaşlarında, üzerinde çok koyu renk bir tayyör bulunan, kumralla sarışın arası, ciddi yüzlü hoş bir hanımdı.
NOT: Büyük yazarlar bir hikayeyi tam en heyecanlı yerinde keserek okuyucularını merakdan çatlatırlar. Ben de büyük bir yazar olduğumu başka türlü ısbatlayamayacağıma göre bu metodu tercih etmek zorundayım. Yabancı dil bilen okumuş Fransızların dediği gibi I’m sorry!!! Kültürlü İngilizlerse excusez-moi derler...
ÖZÜR: Yeni bilgisayarıma biraz yabancı olduğum için imla hataları işliyorum. Özür dilerim! Bir dahaki sefere düzelecek...