Önce borcumuzu edâ edelim:
Semih Kalkanoğlu adlı bir zât Nihâl Atsız’ın “Atatürk ve Cumhûriyet Düşmanı” olduğunu yazdı.
Ben de 48 saat önce kendisine cevâben, Atsız’ın ne Atatürk ne de Cumhûriyet düşmanı olduğunu delilleriyle ısbât etdim ve bana bir zahmet Atatürk ve Cumhûriyetimiz aleyhine Atsız’ın kaleminden çıkma tek birer cümle göstermesini, gösteremez ise benim de kendisini “Bir Yalancı ve Şerefsiz bir Müfterî” îlân edeceğimi bildirdim. 48 saat de mühlet verdim. (“Hodri meydan, Tosunum!”,STAR, 12 Nisan 2013)
O 48 saat doldu.
Semih Kalkanoğlu adlı zâtdan çıt çıkmadı.
Îlânen duyurulur!!!
Türkiye’nin kaderi
İnsanlar gibi ülkelerin de birer kaderi olduğu muhakkak.
Bu kaderi belirleyen unsurlar arasında elbet coğrafya ve “mahalle” çok önemli birer yer tutuyor. Mahalle derken o ülkenin en yakın ve yakın komşularını kasdediyorum.
Türkiye her iki unsur bakımından da şâyân-ı hayret özellikler gösteriyor.
Yahyâ Kemâl ve Süleyman Nazif’in, İbnülemin Mahmud Kemâl hakkında berâberce dile getirdikleri o meşhur beyitde söylendiği üzere:
“Hezâr gıbta o devr-i kadîm efendisine;
Ne kendi kimseye benzer ne kimse kendisine!”
Yâhut günümüz Türkçesiyle ifâde edecek olursak,
“Türkiye, Ağbicim, accaaayip bi’ ülke, din’ne yandığ’mın!”
Vallıyi, bence de ööle!
Bir kere yeri acâib. Eski Dünyâ’nın, yâni Asya-Avrupa-Afrika üçlüsünün kesişdiği noktada, başka bir deyişle merkezinde yer alması Türkiye’ye, daha Türkiye olmayıp da Anatolia yâhut Asia Minor diye anıldığı çağlardan bu yana eşsiz bir stratejik konum sağlamış. Anatolia Yunanca “Doğudaki Ülke” demek, Asia Minor ise Latince “KüçükAsya” anlamına geliyor.
Tabii bu merkezî konum, pek çok stratejik avantajın yanısıra fevkalâde büyük tehlikeler de ihtivâ ediyor. Haritaya bir nazar atfederseniz hem Asya’dan Avrupa’ya gidenlerin hem de aksi yöne ilerlemek isteyenlerin mutlakâ katetmek zorunda kaldıkları bir güzergâhın orta yerinde Anadolu’yu görürsünüz. Tabii çok daha kuzeydeki daha zahmetli Güney Rusya güzergâhına girmek istemez iseniz.
İşte bu özelliğinden ötürü Anadolu târih boyunca hiç rahat huzur görmemişdir. Elbetde ki buraya kudretli bir devlet hâkim olduğu sürece bu pozisyon büyük bir avantajdır. Çünki kilitli kunt kapı rolündesiniz. Ama zayıf bir devlet olursa kilitli kunt kapı oluyor size bir turnike...
Biz, Selçuklu ve Osmanlılar olarak her iki rolü de “doyasıya” oynamış bir milletiz.
Komşular derseniz o da ayrı bir âlem!
Türkiye’nin tam onbir direkt komşusu var! Bunlardan Kıbrıs, Ukrayna ve Rusya ile aramızda deniz bulunuyor ama yine de sınırın ötesindeki ilk komşularımız. Diğer sekiz komşumuzla ise direkt sınırdaşız.
Böyle bir devletin dış politikası bir tür akrobasi numarasıdır.
“Hâriciyemiz uyuyor muuuu?” diye çığrışırken, ki bu koroya bâzen benim iştirâk etdiğim de oluyor, tabii bu durumu unutmamalıyız.
Bunları kısaca hatırlatmak isteyişimin sebebi şu:
Ortadoğu’da ve hattâ Kafkasya dâhil bütün Önasya’da (Dikkat! Küçük Asya demedim!) Birinci Cihan Harbi’nden sonra İngiliz ve Fransızların kurduğu, İkinci Dünyâ Savaşı’ndan sonra ise ABD’nin orasını burasını biraz dürtükleyerek devâm etdirdikleri düzenin sonu geldi! Burada kartlar yeniden karılıyor ve yakında sınırlar yeniden çizilecek!
Bu konuya Türk Basını’nda ilk dikkati çeken, 24 Mart târihli yazımla ben oldum.
Oldum ama daha sonra, yanılmıyorsam Emre Aköz ve Cengiz Çandar dışında (benimle değil!) konuyla pek ilgilenen de olmadı. Bunu şâyân-ı teessüf buluyorum.
Bu meseleyle daha epeyi meşgûl olacağımı sanıyorum.
Zâten görmezden gelme imkânı yok; gelip bizzat burnumuzun dibine giriyor.
Üstelik müstakbel sınırlarımız bakımından hayâtî öneme de sâhib.
Biz daha bunları çok konuşacağız.