Bir milletin direncini kırmak istersen onun maddi ve manevi varlığının devamını sağlayan temel dinamiklerini, yani geleneklerini, geleneksel kurumlarını hedef alırsın. Müsteşriklik faaliyetleriyle başlayan Batının İslam toplumuna yönelik istila hareketinin amacı budur. Batının haçlısı, haçsızı bütün saldırılarını püskürten Müslüman milletler eninde sonunda Batı'nın azat kabul etmez köleleri, gönüllü sömürgeleri haline gelsinler diye.
Hiç kuşkusuz milletleri ayakta tutan en güçlü maddi ve manevi direnç kaynağı gelenektir. Genelde Batının, özelde İslam dünyasında Batının şubesi işlevini gören yerel iktidarların, medyanın, akademyanın özellikle geleneğe, geleneksel kurumlara, disiplinlere saldırması Batının bu stratejisinin bir gereğidir. Bugünümüze bakarak başarılı oldular denebilir. İslam toplumu tutunacak bir dalı kalmamış gibi oradan oraya savrulmaktadır. Özellikle gelenekle bağlarını tamamen koparmış, Batının oyuncağı haline gelmiş kesimlerin yaşadıkları kimlik, kişilik bunalımı toplumun genelinin geleceği açısından endişe verici boyutlardadır.
Geleneklere yönelik saldırıların en ölümcül olanı ise, içeriden, ıslah, değişim, yeniden yapılanma, çağdaşlaşma, modernlik, reform... gibi parlak, cazip kavramlarla bizzat toplumun kendi evlatları tarafından yine toplumun ana gövdesine yönelik olarak gerçekleştirilenidir. Aslında bu saldırılar, yıkımlar ilk olarak ekonomik, siyasal, sosyal alanda, yani üst yapı düzeyinde başlamıştı. Mesela ülkemizde yüz yıllık süre içinde birden fazla siyasal model denendi. Ekonomi alanında ise kelimenin tam anlamıyla bir sistemsizlik egemen oldu. Ülkeyi çağdaşlık düzeyine çıkarmak ülküsü uğruna böyle bir zamanda toplum açısından bir sığınak işlevini görecek bütün üst yapı kurumları yerle yeksan edildi böylece.
Bunlardan daha üzücü olanı ise son yıllarda özellikle Türkiye'de dinden kaynaklı geleneklere, geleneksel kurumlara, hadis, fıkıh, kelam, tefsir, tasavvuf... gibi geleneksel ilmi disiplinlere, yani düşünsel alt yapıya yönelik saldırıların yoğunlaşmış olmasıdır.
İslam toplumu siyasal, ekonomik, sosyal anlamda geleneksel kurumlara yönelik saldırıları geleneksel dinî kurumlara sığınarak atlatabiliyordu. Ancak son yıllarda dinî kurumlara ve disiplinlere yönelik yoğun saldırılar, eleştiri adı altındaki yıkımlar toplumun bütünüyle savunmasız kalmasına yol açtı. İnsanların can havliyle başka diyarlara kaçmaya çalışmalarının bu savunmasızlıkla, bu sığınaksızlıkla sıkı bir ilişkisi var. Maddi yıkımları onaracak manevi motivasyon yoksunluğu, insandaki kaçış duygusunu kamçılar. Bir tür intihara sürükler.
Çünkü bir toplum açısından gelenek, su kadar hayati öneme sahiptir. Yeraltındaki ve yeryüzündeki su kaynakları, ırmaklar, pınarlar, denizler insanların hayatlarını sürdürmeleri için ne kadar önemliyse gelenek de bir toplumun varlığını devam ettirmesi için o kadar önemlidir. Gelenek, gökten yağmur gibi inen dinin tecrübeyle yoğrulmuş, hayatın sabitesi ve değişkenine dönüşerek "millet"leşmiş halidir.
Kuşkusuz su kaynaklarının, yağmurun uzun süre yağmadığı dönemlerde kirlenmesi, bulanıklaşması, bataklık haline gelmesi, etrafa kötü kokuların yayılmasına sebep olması gibi, gelenek de gökten inen din ile irtibatı kesildiği, peygamberlerin varisleri âlimlerin gökten gelen dinden ilham alıp geleneği besleyecekleri yerde bugünkü gibi malayani işlerle uğraştığı dönemlerde kirlenir, bulanır, bataklığa dönüşür, etrafa kötü kokular yayar.
Daha kötüsü bugün boyunlarına tenekeden yafta benzeri unvanlar asılan bir kısım düzmece hocalar çözüm diye bu kaynakları bütünüyle kurutmaya kalkmasıdır. İslam dünyasının yeraltı, yerüstü bütün servetlerinin talan edildiği, bütün kurumlarının tarumar edildiği, eğitimden, ekonomiye, siyasetten ahlaka bütün geleneksel değerlerinin yok edildiği, İslam dünyasına ağır bir hezimet yaşatıldığı bu manevi kuraklık mevsiminde mevcut kaynaklar da kurursa bu toplumumuz için ölüm anlamına gelir. İnsanları dinî anlamda besleyen şey ilmi teoriler değil, bu teorilerin güç verdiği, beslediği, dinamikleştirdiği gelenekler, geleneksel kurumlar, mezhepler, meşreplerdir. Bunların her biri yapısına, kimliğine, karakterine ve kapasitesine göre bu ilmi çalışmalardan, teorilerden beslenir. İlim adamlarının bu kurumları etkisiz kılmaya çalışması ise, yağmur sularının birikip yararlı hale geleceği bir yer, bir dere yatağı, bir mecra bulamadan önüne gelen her şeyi yıkıp sürükleyen bir sel olması demektir. "O, gökten su indirdi; su, vadiler dolusu aktı (...) İnsanlara fayda veren şeye gelince, o yerde bekler." (Da'd, 17) İnsanların yaşadıkları, dinin geleneğin ve geleneksel kurumların şahsında somutlaşmış pratik halidir. O yüzden yok etmek yerine, geçmişte olduğu gibi arındırıp ayıklamaktır ulemanın görevi.
Peygamberimiz dinî gelenek ile yeraltı ve yerüstü su kaynakları arasındaki benzerliğe işaret ederek şöyle buyuruyor: "Bana indirilen ilmin örneği gökten inen sudur. Bu suyun bir kısmı toprağın altında birikir, bir kısmı (nehir, dere gibi) akar gider." (Bitkiye, ağaca dönüşsün ve insanlar, hayvanlar bütün varlıklar istifade etsin diye.) İnsanların istifade ettiği, bağını, bahçesini, tarlasını suladığı, hem kendilerinin içtiği, hem de hayvanlarına içirdiği su yeryüzündeki akarsulardır. Bunlar yetmediği veya kurak bir mevsimde kuruduğu zaman kuyu açmak vs. şeklinde yeraltı sularından istifade ederler. Ve sonra gökten yağmurlar yağıp bütün kaynakları besler, dereleri, vadileri coştururlar.
Bu açıdan gelenek de iki kısma ayrılır. Bir kısmı her zaman görülen, gözlemlenen, günlük hayatta yaşanan türdendir, yeryüzündeki akarsular, pınarlar gibi. Bir kısmı ise toplumların kimliğinde, kişiliğinde potansiyel olarak bekler, savaş, kıtlık, felaket gibi hin-i hacette ortaya çıkar.
Ne yazık ki geleneğin potansiyel olanı ile güncel hayatta etkin olanını yağmur misali beslemesi gereken bir kısım hocalar, toplumu bu kurak mevsimde bir damla sudan yoksun bırakmanın çabası içindedirler. Düşman saldırısından daha ölümcül bir şey varsa budur.