Her toplum, toplumsal/siyasal hayatın nasıl idare edileceği konusunda bir takım mutabakatlara varır. Yazılı veya yazılı olmayan bu metinlere Anayasa diyoruz. Bu metinlerde iktidara nasıl talip olunacağı açıkça yazılıdır. Herkes bu kurallar içinde iktidara gelir ve yine aynı kurallar içinde herkesin iktidarına son verilir. Bu amaçla ortaya bir sandık konulur ve sadıktan çıkan sonuç tek meşru sonuç olarak kabul edilir.
Yasal ve Anayasal yükümlülüklerin yanı sıra her toplum zaman içinde kültürünün içselleştirdiği kadarıyla siyasal gelenekler oluşturur. İktidara aday olan siyasal oluşumların serbestçe rekabet edebilecekleri bir siyasal iklim, kültür ve ahlak inşa edilir. Anayasal kurallar ile siyasi gelenekler, kendi kendine yeterli toplum için, kendi kendini idare etmenin tek yolu ve yöntemi haline gelir.
Yasallık ve meşruiyet bir toplumun kendi kendini idare etmesinin iki temel sınırıdır. Yasal ve meşru olan öneri ve müdahaleler halkın genel kabulüne mazhar olabilecek davranış ve tutumlardır. Bunun dışındaki her şey yasadışıdır, gayrimeşrudur.
Açık ki sözünü ettiğim anayasal kurallar ve siyasi gelenekler içinde darbelerin hiçbir hukuki dayanağı ve hiçbir toplumsal meşruiyeti yoktur. Peki ama bu kadar açık ve net olduğu halde darbeler ve darbecilik nasıl oluyor da toplumda kısmen bile olsa karşılık buluyor. Türkiye’nin cumhuriyet tarihine baktığımızda 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1998, 27 Nisan 2007 ve 15 Temmuz 2016 yapılan darbe ve darbe girişimlerini nasıl izah edeceğiz? Bu darbelerin toplumsal dayanaklarını nerelerde arayacağız?
Açıkça kabul etmek gerekir ki, bu ülkede köklü bir darbeci zihniyet var. Bu ülkede Anayasal kuralları ve toplumsal meşruiyeti iğrenç bir riyakarlıkla, sadece kendilerine hizmet ettiği ölçüde kabul eden toplum kesimleri var. Bu gerçekleri yüksek sesle haykırmadan, bu sapkın ideolojik kodları tek tek kırmadan, bütün varlıklarını toplumsal hayatımızın dışına atmak mümkün olmaz.
Bütün darbeler, Gülenist FetÖ’cü darbe dahil, birer imansız, dinsiz, demokrasisiz, haksız, hukuksuz ve ahlaksız kıyametlerdir. Toplumsal hayatımızın, siyasal geleneklerimizin ve özgür düşüncemizin bizden olduğuna inandığımız, bizim itibar verdiğimiz ve bizim paramızı kullanarak bir kuytu orman köşesinde bize tecavüz etmeye kalkışmasıdır. Sadece elinde silah var diye bunu bize reva gören zihniyet, hiçbir nedenle, hiçbir amaçla, hiçbir niyetle meşru gösterilemez, kabul edilemez ve savunulamaz.
Ama ilginçtir. Son günlerde kimi TV kanalları ve gazetelerde, kimi şahsiyetlerin “ama” ve “fakat” ayraçlarını kullandıktan sonra, darbe ve darbecileri meşru göstermeye çalışan bir dil kullandıkları sıkça görülmeye başladı. Mesela ‘’darbeler kötüdür, kabul edilemez ama siyaset de doğru işler yapacak’’ gibi laflar tam da darbe meşruiyetini sağlamaya dönük söylemlerdir. Hemen söyleyelim, siyasetin en olumsuz halinin muhatabı ordu ya da askerler değil. En kötü siyaset ve siyasetçiler sadece halka hesap verirler. Ordunun tek görevi güvenlik problemlerine odaklanmaktır. Bundan başka da bir işleri yoktur. Siyaset sadece halka hesap verir ve halkın kabul ettiği kurallar çerçevesinde siyasilerden hesap sorulur.
Siyasetçiler gökkubbeyi başımıza yıksalar bile, bunun muhatabı ve sorgucusu ordu ve askerler olamaz. Siyasetçilerden hesap sormaya çok hevesli olanlar, siyaset sahnesine çıkıp, siyasi yollarla siyasetçilerden hesap sormalıdırlar. Meşru tek yol budur. Bu ülkede her siyasi düşünce örgütlenme özgürlüğüne sahiptir. Ayrılık talep eden partilerin bile kurulduğu ve siyasi faaliyet sürdürdüğü bugünün Türkiye’sinde hiç kimse değil açıktan darbeleri savunmak, ‘’ama’lı-fakat’lı’’ darbe savunuculuğunun gevezeliklerini bile yapamaz. Başka bir hayat talep ediyorsanız hodri meydan. Halk orada. Gidin halkı ikna edin ve istediğiniz hayatın iktidarı olun. Kural budur. Ya bu kuralı içinize sindirin ya da ebediyen susun.