O kadar hızlı yaşıyoruz ki hayatlarımızı... Planlarımız, çalışma tempomuz, hayat gailemiz, her geçen gün yükselen beğeni standartları arasında savruluşumuz ve kendimizden bir türlü razı olmayışımız, hayatı kontrol etme fikri sabitimiz, yavaş ve tembel olandan nefretimiz, hızlı ve başarılı olmaya dair tutkularımız, rakiplerimiz, yarıştıklarımız, benzemek istediklerimiz, günlük sporlar, diyetler, detokslar, mutsuzluklarımız, tatminsizliklerimiz, tedbirlerimiz, önlemlerimiz, birikimlerimiz, hedeflerimiz, baş ağrılarımız, mide kramplarımız, antidepresanlarımız...
Bunlar günümüz modern insanını vakumlayan, ruhları kırbaçlayan, kalpleri ıskalatan fırtınalar... Bu fırtınalar eşliğinde yaşıyoruz biz hayatı, ya da yaşadığımızı zannediyoruz. Vakit erişip aniden ölüm çıkıverince karşımıza, afallıyoruz. O kadar yapılacak iş, o kadar planlanmış faaliyetler, gidilecek yerler, uğranacak bankalar, tatiller, sağlık kontrolleri, deprem tedbirleri, çocukların kolej taksiti derken, hayat aniden bitiyor. Her şey olduğu yerde kesiliyor, her şey yarım kalıyor...
Modern zamanlarda birkaç hayatı adeta üst üste yaşıyoruz. Ne kendimize, ne büyüklerimize, ne de çocuklarımıza yeterince vakit ayıramayarak geçiveriyor günler. Fani ve sonlu bir hayatı yaşadığımız aklımıza gelmiyor bile. Ölüm, hep başkasının oluyor.
Bu pazar gününde, olgun yaşlara ayakları değmiş ve artık büyükanne olan bir yazarın penceresinden birkaç kelam etmek istedim sizlere. Hızımızı tam anlamıyla kesmenin neredeyse imkansız hale geldiğini ben de farkındayım. Ama arada bir, hiç olmazsa soluklanacak ve nereden gelip nereye gitmekte olduğumuza dair o kadim soruyu kendimize soracak bir vakit bulabilmeliyiz.
Göklere bakalım! Modern insanın unuttuğu göklere...
Yeryüzünün sessiz şahidi ağaçlara, hiç birisi diğerinin aynısı değil ve her ağacın bin bir yaprağında apayrı çizgiler yazılmış... Aralıkları fark etmeye çalışalım. Size her gün kapıyı açan genç görevlinin yüzü bugün niçin bu kadar solgundu? Eski arkadaşlarınızdan işsiz olan, hastanede yatan, kalbi kırık kaç kişi var, sizin telefonunuzla belki yüzlerinde bir tebessüm belirecektir. Çünkü arkadaşlık hiç yaşlanmaz, dün neyse bugün de odur...
Biraz durur musunuz? Biraz yavaşlar mısınız?
Kalbinize baktığınızda, diğer kalpleri de görebilmeyi tecrübe edeceğinizi biliyorsunuz. Buna vicdan diyoruz. Başkası dediğiniz kişi, bir gün siz olabilirsiniz... Yetimi, dulu, zorluk içinde olanı, yaşlıyı, yorgunu, karnı aç olanı, susuzu, mağduru, masumu görebilmek, kalbinizin işidir. Kalbinize dönmek, bir devrim gibi sizi değiştirebilecektir...
Topraktan geldik, toprağa gideceğiz... En son ne zaman yalın ayak bastınız şu toprağa?
Yazımın sonunda ibretle okuduğum bir yakın dönem menkıbesini aktaracağım:
'Konya'da yaşayan bir meczup kişi, hepimizin bildiği; Sübhanallah, Elhamdülillah, Allah-u Ekber şeklindeki tesbihleri çekmezmiş... Onun yerine:
'Birsin...'
'Sen bilirsin...'
'Ben karışmam...' diye çekermiş tesbihini.
Soranlara da; "Allah bizim zincirlerimizi bıraksa, bizleri muhafaza etmese ne yapabiliriz ki?" dermiş... "Ondan gelecek her hayra muhtacız vesselam' der, sözünü tamamlarmış.
Biraz sessizliğe, biraz dinginliğe, gürültüden ve hareketten arınıp biraz dinlemeye ne kadar da muhtacız... Ve kalbimizi hatırlamaya...