Türkiye’nin de içinde bulunduğu devâsâ Önasya bölgesi âdetâ bir cadı kazanı. Kuzeydoğumuzdaki küçük Ermenistan’ı bir yana bırakacak olursak İran’ın pek sâkin olduğunu söyleyemeyiz. Orada bir şeyler oluyor ama neler olduğunu korkarım ki İranlılar da henüz tam anlamıyla kavramış değiller. Güneyimizdeki Sûriye ve Irak ise neredeyse parçalanıp dağılmasına ramak kalmış iki “entité” olarak sallanma hâlindeler.
Şu “alafranga” kelimeler bâzen yararlı oluyor. Ne tarafa çekerseniz o tarafa uzadıkları için. Ama kullanırken yine de fazla abartmamak lâzım. Tecrübe konuşuyor!
“Entité” dedim zîrâ devlet desek artık tam devlet özelliği pek kalmamış; boş arâzî de olmadığına göre geçiş hâlinde iki oluşum. Ne olacağını ise henüz bilmiyoruz.
Ama bildiğimiz başka şeyler var. Meselâ bütün Önasya’da, İsrâil ile birlikde mevcud yegâne istikrarlı rejimin Türkiye’de bulunması.
İstikrarlıdan kasdım, teorik olarak, çok ağır darbeler de yeseler bu iki devletin o sarsıntıları atlatıp tekrar düze çıkacak kapasitelere sâhib bulunmaları. Konumuz İsrâil olmadığı için Türkiye’yi ele alalım!
İncelersek görürüz ki Türkiye’de bizim yıllardır kavgasını yapdığımız konulardan hiç biri Türkiye Cumhûriyeti’nin “bekası” ile ilgili değil!
Neleri tartışıyoruz?
Seçim yasasını, eğitim problemlerini; meselâ Kürdce ve diğer “lâ-türkî” dillerin okullarda nasıl tedrîs edileceğini, başkanlık sistemi gelsin mi gelmesin miyi, önce savaş uçağı mı yoksa atom denizatlısı mı yapmamızın daha yararlı olacağını, yoksul ve dost dış ülkelerden hangisine kaç milyon dolar yardımda bulunacağımızı, bilmem hangi dağ kasabasına giden yolun neden halâ çift şeritli olmadığını ve buna mümâsil daha bir sürü şeyi...
Yanlış anlaşılmasın lütfen! Türkiye bir cennetdir demek istemiyorum.
Ama çok istirhâm ederim, herkes içinden şu soruya cevab versin:
Balkan ülkeleri dâhil yakın çevremizdeki ülkelerden hangisinde yaşamayı Türkiye’de yaşamaya tercîh ederdiniz?
Gördünüz müüü?
Ben de öyle tabii!
Lâkin bu her zaman böyle değildi. 1950’li, 60’lı, 70’li, hattâ 80’li yıllarda canını Avrupa’ya atmak, atabilmek bir mazhariyetdi!
Türkiye o sıralar, potansiyel olarak sâhib bulunduğu imkânların belki bir çeyreğinden dahî yararlanamıyordu.
Gerçi bu imkânları son raddesine kadar kullandığımızı bugün dahî iddia edemeyiz ama sâdece bu vâkıa bile imkânlarımızın zenginliğine bir delil teşkîl eder.
Yâni bir de bunları sonuna kadar kullandığımızı tasavvur ediniz!
- Peki de, Hocam, sen bu lafı böyle döndürüp dolandırıp da sonunda nereye toslatmak istiyorsun?
Bravo! Fevkalâde yerinde bir soru!
Bir süredir değinmek isteyişime sebeb, bir tür bulup da bunama hâline isyan!
Bizim yazı-çizi çevrelerinde yaygın bir hastalık vardır. Tabâbetde buna gâlibâ “nevmîdî-i tesrîrî”denilir; sevindirici karamsarlık!!! Bir tür mazoşizm!
Sanırsınız ki hepsi Fuzûlî’nin “Mihneti kendine zevk etmedir âlemde hüner!” mısraını şiâr edinmişler.
Üzüntüden keyif alıyorlar.
Yâhû, burası düşman ülkesi değil, kendi yurdunuz!
Biraz sevinin, be!
***
30 Ağustos târihli yazımda Millî Mücâdelemize Moskova’daki Komünist rejimin de maddî yardımda bulunduğunu kaydetmişdim.
Pek çok okuyucum bunun doğru olmadığını, o yardımın aslında Buhârâ Türk Cumhûriyeti tarafından gönderildiğini belirtdi. Biliyorsunuz, Çarlık Rusyası yıkılınca Ortaasya ve Kafkaslar’daki Türk kavimleri, kısa bir süre için Rus boyunduruğundan kurtulmuşlar ve kendi bağımsız devletlerini kurmuşlardı.
İşte o sırada Taşkent Hükûmeti de Türkiye’ye yüz milyon altın lira gibi o şartlara göre muazzam bir yardımda bulunmuş. Ancak bu meblâğı Ankara’ya doğrudan iletemeyince Moskova üzerinden yollamışlar.
Değerli Büyüğümüz, Gözbebeğimiz Lenin ise bu paranın 80 milyonuna “yol parası” olarak el koymuş ve Ankara’ya ancak 20 milyon ulaşabilmiş!!!
Bir de Komünistlerin ticâretden anlamadığını söyler dururlar...
Ya maazallah bir de anlasalarmış!
Yine verilmiş sadakamız varmış anlaşılan!