Normal ve ayakları yere basan bir tartışma değil yaşadığımız... Normal uygulamalarda hükümetler, yönettikleri devleti, Suriye tarzı krizlerde herhangi bir vicdan muhasebesi yapmadan günün koşullarında oluşmuş çıkarlara göre yönetir, muhalefet, medya ve STK’lar ise ayağa kalkıp o hükümeti “insani trajediye göz yummak ve milleti bir diktatörle işbirliği yapar hale düşürmekle” suçlarlar.
Örneğin, Rusya, Çin ve İran’da “normal demokrasi” olsa, kamuoyu, medya ve aydınların feryatları sonucu bu devletlerin yönetimleri Suriye politikalarını gözden geçirmek ve bir diktatöre bu ölçüde destek vermenin milletlerine ileride getireceği ağır yükü hesaba katmak zorunda kalırlardı.
Bir insanlık suçuna ortak olmak “zaman aşımı olmayan” ağır bir manevi suçtur.! Hollanda’yı yönetenler, ne zaman Bosna-Hersek Savaşı’ndan söz açılsa, ordularının Srebrenitsa Katliamı’nda sergilediği işbirlikçi tutum nedeniyle sürekli özür dilemek zorunda kalıyorlar!..
Yarın biliniz ki, Beşar el-Esed’e destek veren yönetimlerin temsilcileri de benzer sorunla karşılaşacaklar.
Türkiye’de roller değişti
Türkiye’nin, Suriye krizine başlangıç anından itibaren, “özgürlük isteyen bir halkı desteklemek ve ülkede doğan ağır insani sorunu çözmek”amacıyla müdahil olması, buradaki tartışma zeminini kaydırmış durumda.
Sol kanat siyaset, medyanın önemli bir bölümü ve hatta insan hakları ihlallerinde hassas olması gereken STK’lar, hükümeti, diktatörle dengeli ilişki kurmamakla suçluyorlar.
İleri sürülen görüş şu: Ankara, Beşar el-Esed’in direnme gücünü ve uluslararası desteğini iyi hesap etmedi ve Türkiye’yi “maceraya” sürükledi.
Bu görüşün tersten okunuşu ise şöyle: Kendi halkına karşı ordusunu süren, kitle katliamları gerçekleştiren, sivil yerleşim birimlerini uçaklarıyla bombalayan, 1 milyon insanını ülke dışında, 2.5 milyonunu da ülke içinde mülteci kılan, yaklaşık 5 milyon nüfusu da açlık tehlikesiyle karşı karşıya bırakan bir rejime karşı “dengeli” olmalıydık.
Ama nasıl?..
Eğer yanıt, bu kadar ağır insani suç işlemiş bir rejimi “meşru” sayarak yola devam etmemiz ise, bu, millete ağır yük getirir, tarih önünde torunlarımızın bile kolay aklayamayacağı bir “suça ortaklık” oluşturur.
Türkiye’nin 1950’li yıllarda, Fas,Tunus ve Cezayir’in Fransa’dan bağımsızlık savaşına karşı gösterdiği soğuk yaklaşım, hatta BM oylamalarında “yeni NATO müttefikimiz” Fransa’nın yanında oy kullanmasının yarattığı acı hatıralar ne zaman sonlandı? Hatırlatayım: Merhum Turgut Özal’ın, 5 Şubat.1985 günü “başbakan” olarak gerçekleştirdiği Cezayir ziyaretinde açıkça “özür dilemesiyle...”
Değerli (!) kalem erbabı, aydın ve TV’lerden inmeyen strateji uzmanlarına (!) bakacak olursak, politikamızı değiştirmemiz, ilerideki tarihlerden bir gün de Suriyeli komşularımızdan “kanlı bir diktatöre günlük çıkarlar doğrultusunda verdiğimiz destek nedeniyle” özür dilememiz gerekecek...
Neden Davutoğlu?
Bir ülkede artan terör eylemleri karşısında ilk kez, Dışişleri Bakanı’nın sorgulandığını görüyoruz. Normal değildir. Terör artarsa medyanın asıl görevi terörle mücadele etmek olan kişi ve kurumlara yönelmektir. Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, PKK 1983 yılında ilk eylemini gerçekleştirdiğinde 24 yaşındaydı!.. Çizilen tablo, PKK’nın doğmasına neden olan siyasetçi karakteridir.
Süren kampanya anlamlıdır. Ya, Davutoğlu ve haliyle hükümet, bölgenin yeniden yapılanmasında küresel güçlerin bazılarının ayağına basıyor, ki, bu tartışmaların hemen MİT Müsteşarı Hakan Fidan’a kadar uzanması bende bu kanıyı güçlendiren unsurdur... Ya da, iç politikada muhalefet olmanın millet açısından en riskli alanı üzerinde tepinmek “bazılarına” kolay geliyor.
Kılıçdaroğlu cahil mi?
Antakya-Reyhanlı yolunun tepe mevkilerinden birinde durup aşağıya baktığınızda günlerdir üzerinde tartışılan Apaydın Kampı’nı olduğu gibi görürsünüz. Kampın 10 metre önünden bölgedeki köy ve kasabaları birbirine bağlayan çok yoğun trafiğe sahip karayolu geçer. Kamp da zaten normal yerleşim birimlerinin yanında yer alır.
Yani...
Bir devletin “yasadışı silahlı gruplara askeri eğitim vermek” istediğinde seçeceği son yer Apaydın Kampı’dır. Devlet, öyle bir şeye ihtiyaç duyarsa, sahip olduğu askeri yasak bölgelerden birinde kampını kurar, eğitimini verir, kimsenin ruhu bile duymaz.
Anladığım, CHP lideri Kılıçdaroğlu’na çok acil bir askeri uzman gerektiğidir.