2008’te çektiği Mevlana Aşkın Dansı adlı dramatik belgeselden beş yıl sonra yönetmen Kürşat Kırbaz Yunus Emre’nin hayatını sinemalaştırdı. Yunus Emre Aşkın Sesi, yine yer yer bir belgesel film havasında, ünlü mutasavvıf şairimizin deyişlerinden çok fazla yararlanan bir çalışma olmuş. Zaman zaman bilgisayar destekli animasyon ve özel efektlerden yararlanan film, Yunus Emre’yi arayış içindeki bir gezgin şair, aşk tutkunu olarak resmediyor. Dönemdeki Moğol saldırısıyla başlayan film, bir daha o istilaya ve tesirlerine hiç dokunmayarak, manevi dünyamızın şahsiyetleri Hacı Bektaş-ı Veli, Taptuk Emre, Hz. Mevlana, Sultan Veled, Barak Baba, Hallac-ı Mansur gibi isimleri bizzat karşımıza getirerek, onların nefeslerinden iz sürerek bir portre ortaya koyuyor. Kızbaz, filmini mekan çalışmasını çok kısıtlı tutarak, örneğin, Yunus Emre’yi neredeyse halkın içinde hiç göstermeyerek, adeta bir soyutlamayla stilize bir tarzda gerçekleştirmiş.
***
Filmde, diyaloglar çok ağırlıklı bir yer kapsıyor, kişiler bir araya geldiklerinde, genellikle hemen hikmetli sözler sarfetmeye başlıyorlar ve filmi adeta taşıyan bu arifane lafızlar oluyor. İyi niyetle yola çıkılan bir girişim olarak gördüğümüz çalışma, gitgide bazı zaaflarla malul olmaya başlıyor ve filmi sorgulama moduna geçiyorsunuz. Hacı Bektaş-ı Veli dergahında rastgeldiğimiz semah adeta ideolojik bir havada sunuluyor, semah yapanların ve saz çalanların hepsinin tıraşlı olması belli bir tavır olarak kendini gösteriyor. Hz. Mevlana’yla karşılaşmada pirin bulunduğu mekanı “aşkın kabesi” olarak betimlemesi, bir tevazu abidesi olan pirin kullanabileceği bir ifade gibi gelmiyor. Taptuk Emre dergahında, şeyh efendinin kızı Balım’ın hala konvansiyonel olarak bizim tarihi-manevi filmlerimizin kadınlarında olduğu gibi rahat bir şekilde saçlarının görünmesi filmin tabiiliğini de zorluyor, üstelik hala takma sakal ve yeni bir girişim olarak takma kirpik kendini gösteriyor.
Yunus’un bir varoluş mes’elesi olarak sürdürdüğü arayışında çeşitli şeyh efendiler arasındaki seyahati, ‘aşk’a dair dizelerle çok güzel bir şekilde örülüyor. Yalnız bir noktada bunlar o kadar yoğun bir şekilde işlenmeye başlanıyor ki, insana artık bu kavram çok gelebiliyor ve kavramın dini-varoluşsal bağlamı gitgide ‘sevgi’ temelli hümanist bir söyleme dönüşüyor. Diyaloglarda bazı vurgular hatalı bir biçimde telaffuz edilebiliyor; Barak Baba’yla olan karşılaşma birden ‘tanrı’ deyişiyle ve yoğun öz Türkçe kullanımıyla sunuluyor, hayali Hallac karşılaşmasındaki bir tirat adeta bir isyan havasında, devrimci bir kimliğe bürünerek inanılan kutsallar çok rahat ‘kalbin içindeki sevgi’ye kurban edilebiliyor. Şimdi, böyle bütün bir topluma mal olmuş bir şahsiyetin hayatını işleyen filmin danışma kurulunun çok önemli isimlerden oluştuğunu görüyoruz, ancak daha önceki örneklerde de olduğu gibi kuruldaki kimseler sanki son ürün hususunda pek etkin olamıyorlar. Taptuk Emre dergahındaki bir dervişin Balım’a aşkını açıklaması ve sonuç alamamasından sonra onu öldürmesi ne kadar tarihi gerçeklerle uyuşuyor? Üstelik çocukluğundan itibaren o yaşa kadarki hayatını dergahta geçiren bir kişinin, “o dergahta sadece efendi ve Balım için bulunduğu”nu itiraf etmesi, tasavvuf yolu için ne denli gerçekçi duruyor? Böylesi bir entrika boyutu Yunus Emre’nin hayatını tasvir etmeyi amaçlayan bir çalışmada nasıl duruyor?
Özdemir Birsel’in 1970’lerde gerçekleştirdiği Yunus Emre iç alemimize daha mı bir uyardı? Okumayı pek tercih etmeyen gençler için gördükleri canlandırılan tarihi şahsiyetler kalıcı olabiliyor çünkü imgenin bir mutlaklaşma özelliği de var.