2014 yılını iki kritik seçimle birlikte yaşadık. Önce yerel seçimler, ardından cumhurbaşkanının halk tarafından seçildiği kritik viraj. Ancak bundan hemen hemen bir yıl önce ortaya çıkan darbe girişimi, Türkiye’nin kendi içinde ve bunun sonucu olarak dış politikasında sancılı bir süreç yaşamasına neden oldu.
17 ve 25 Aralık tarihlerinde ortaya çıkan darbe girişimi, benzer bir başka operasyon olan Gezi ile birlikte ele alındığında iki önemli sonuç üretti. Öncelikle iç dengelerini, özellikle siyasi ve ekonomik istikrarını sağlamlaştırma yolunda önemli adımlar atan Türkiye, yeniden kendi iç çekişmelerine dönerek, çok ciddi bir zaman ve kaynak kaybına uğradı.
Bununla bağlantılı ikinci sonuç, bölgesel ve küresel ölçekte yaptığı hamleler zayıfladı. Yerinde ve zamanında karşı propagandaya cevap veremediği için, dünya kamuoyunda kendisini ifade etmekte zorlandı. Gezi ve 17-25 hattındaki ittifak, Türkiye’nin yakın tarihindeki en önemli sıçramasını, ‘sivil dikta’ ya da ‘vesayet’ adı altında yıprattılar.
Kuşkusuz bu tabloda, en başta bölge politikaları olmak üzere Türkiye’nin belli operasyonlara karşı gösterdiği direniş önemli rol oynadı. Suriye’de Esad’ın diktatörlüğünü, seçilme gelmesi muhtemel ‘İhvan’ renginde bir iktidara tercih edenler, Mısır’da seçilmiş hükümeti darbeyle göndermekte sakınca görmediler. Hatta Kahire’de eski rejimi ayakta tutmak için, her biri seçilmiş iktidarların gün gelip kendilerini indireceği kabusuyla yaşayan sömürge artığı petrol zenginlerini devreye sokmakta da sakınca görmediler.
Bu operasyonun ana hedefinde Türkiye’nin olduğunu ne zaman gündeme getirsem, bildik komplo teorisi suçlamalarıyla karşı karşıya kalıyorum. Önemi yok. Gerçek çok uzağımızda değil. Demokratik yollarla iktidara gelen İslami hareketlerin, sandık yoluyla gitmelerinin çok zor olduğunu görenler, kılıf ya da örtüleri farklı da olsa geçmişi tekrarlamakta sakınca görmüyor çünkü.
Türkiye’de Milli Görüş geleneğinin devamı olan AK Parti iktidarının, özellikle de Tayyip Erdoğan tarafından temsil edilen güçlü liderliğin; Gezi, 17-25 ve benzeri hamlelerle ‘dikta’ parantezine alınmak istenmesi kesinlikle tesadüf değil. Dahası, Türkiye’nin yakın çevresinde ortaya çıkan çatışma alanlarında, El Kaide ile başlayan ‘uluslararası cihad’ tartışmalarının tam ortasına sokulmak istenmesi de tesadüf değil.
AK Parti iktidarını ‘İhvan’ parantezine aldıktan sonra, bu tür operasyonların daha kolay olacağını düşünenlerin sayısı pek de az değil. Ancak Türkiye’nin gerek kendi iç dengeleri, gerek demokratik geleneğinin gücü, gerekse İslami siyasi tecrübesinin farkı buna izin vermedi şu ana kadar.
Kendisini özgür düşünceden, demokrasiden ve kulvarda anılabilecek tüm ilkelerden yana gösteren bir dini yapının, yıllar yılı böyle bir operasyon için bekletildiği/hazırlandığı anlaşılıyor. Nitekim bu yapı, Türkiye üzerinde oluşturulmak istenen olumsuz imajı, sahip olduğu uluslararası ilişkiler ağında acımasızca beslemekten çekinmedi ve hala bunu sürdürüyor.
Ancak iki önemli nokta var. Birincisi bu yapının, kelimenin tam anlamıyla Türkiye’deki İslami tecrübede ciddi bir karşılığı yok. İkincisi özgür düşünce ve demokrasi bir yana, doğrudan insanların hayatlarını hedef alan kurgularıyla Batılı müttefiklerini de fena halde ürkütmüş durumlar.
17-25 darbe girişiminin sene-i devriyesi gelmişken, biraz daha soğukkanlı konuşmanın zamanıdır.