Biyografiler tek kişiyi anlatmazlar. Çünkü toplumla beraber meydana gelirler. Bu nedenle her biyografi toplumu, değişimi, ilişkileri taşır üzerinde. Dönemi ve kuşakları anlatır. Ülkeyi ve geleceği yansıtır. Özellikle fail olan ve sosyal aktör haline gelen kişilerde bu daha da belirgin. İbrahim Kalının biyografisi de böyledir.
Kalın ile ilk İstanbul Edebiyat Fakültesi'nde tanıştım. Ben sosyolojide, o tarihte okuyordu. Biraz üst sınıftaydım. Bazen aynı evde kaldık, bazen beraber dolaşıp çay içtik, bazen kitaplar üzerine konuştuk, bazen de Türkiye ve Dünyadaki hareketler üzerine muhabbet ettik. Yeniden İstanbul'a geldiğimde, Bağcılardaki evime taşınmada arkadaşlarla beraber bana yardım etmeye gelmişti. Hem Bağcılar Lisesi'nde öğretmendim hem de sosyolojide mastır öğrencisiydim. İbrahim ise tarih bölümüne devam ediyordu. Her zaman elinde Platon, Aristo gibi filozofların eserleri vardı. Çok okuyan, az konuşan ve sükûnetle hareket eden bir kişilikti. Gitar çalıyordu, arkasından da bağlama öğrenmeye başladı.
Dil çalışıyordu. İngilizceyi kendi çabasıyla öğrenmişti. Mastırı Ahmet Emin Yalman üzerine yapıyordum. Yalman, Türkiye'nin kuruluş ve ilk yıllarını anlatan İngilizce bir eser yazmıştı. İbrahim, evimde bana tercüme ederek yardım etti. Bazı kitapları da hâlâ bende duruyor. Fedakâr, yardımsever ve nezaket ehliydi. O, kitap ve bilimle bakıyordu hayata. Fakat fildişi kulesinde de yaşamıyordu. Herkesle beraber yaşıyordu. Öğrenci evlerinin yoksunluğu, mütevazılığı ve kitapla dünyayı fethetme tartışmaları içinde her zaman güler yüzlü biriydi.
Sonra yurtdışına doktoraya gitti. Bir süre mektuplaştık. Ben doktorayı kazanmıştım ve engellenmiştim. Büyük bir dışlanma ve bunun getirdiği hayal kırıklıkları içerisindeydim. Okuyan, düşünen ve bunun için dünya seyahatine çıkan arkadaşlardan geri kalmıştım. İbrahim'e bu psikolojiyle mektuplar yazıyordum. "Batsın bu dünya" ve daha çok Ferdi Tayfur'un mustarip havaları içerisindeydim. Belki de onun coşkusunu gölgelemiş ya da ona limon sıkmıştım. Bilmiyorum. Bir süre sonra mektuplaşmalarımız da kesildi.
Türkiye'ye döndüğünde, Ankara SETA'da yeniden karşılaştık. Artık mustaripliğimi aşmıştım. Beş yıllık bir dışlama ve iki yıllık bir işsizlikten sonra nihayet devlet üniversitesinde akademisyen olmuştum. İbrahim'in büyük bir coşku, neşe ve umutla çalıştığını gördüm.
İbrahim Kalın her zaman akıl, bilim ve dengeydi. Çatıştığını, üzdüğünü, isyan ettiğini görmedim. Bu nedenle onu Nietzsche'nin Apolloncu güzellik dediği karakterde görüyorum. Devletteki görevlerinde başarılı olmasının derinliğinde bu bilim, akıl ve denge bütünlüğünün etkisi var. Fakat o Nietzsche'ye değil, Ahmet Cevdet Paşa'ya benziyor. Hem devlet adamı hem de külliyatlı bir ilim adamı olması yönünden.
İbrahim Kalın biyografisi sadece bir kişiyi anlatmıyor. Türkiye'yi, Müslümanlığı, sınıfsal özellikleri, değişimi ifade ediyor. Okyanusun ortasında bir adada bulunurken Hakan Fidan'ın MİT müsteşarı olduğunu haber alınca, "Bugün hakikaten Türkiye değişti" demiştim çevremdekilere. İbrahim Kalın da bu değişimin daha bariz bir öznesi. En alt toplumsal kesimden en tepeye çıkan bir şahsiyet. Türkiye'de büyük ailelerden, siyasi mirastan, sermaye çevrelerinden gelmeyen birisi. Yükselişi tamamen şahsi kabiliyeti ve şahsi gayretinin ürünü. Elbette muhafazakâr siyasetin ve liderliğin bunu görmesi ve bunu takdir etmesi de önemlidir.
İbrahim Kalın, Türkiye'nin muhafazakâr, yoksun sınıflar ve eğitim ile yükselme gayretinde olan kesimler için çok önemli bir modeldir. Türkiye'de yeni devlet adamı örneğidir. Bilim ve düşüncenin siyasetle ve devletle bütünleşmesini üzerinde taşıyan bir öznedir. Onun başarısı, bütün bu sosyolojik özelliklerin ve umutların başarısıdır.