Bu soruyu, Hasan Bülent Kahraman’ın, 8 Mart dolayısıyla kaleme aldığı ve “muhafazakarlığımızı dönüştürmenin” yolu olarak önerdiği “feminizm” hakkındaki yazısıyla bir kez daha düşündüm.
En son Necla Koytak’ın sorduğu bu soruyu devasa bir “kadın hareketi” ütopyası/mitolojisi üzerinden cevaplamaktansa... Belki daha küçük, belki daha sınırlı ama daha gerçekçi olduğu su götürmez, “kadın hareketliliği” üzerinden cevaplamayı yeğlerim. Evet, bence; aynı anda, birçok başka kadın hareketliliği mümkündür. Sadece birbiriyle tokuşan iki görkemli blok altına mahpus edilemeyecek kadar çeşitli ve kendi içinde de süreçler halinde değişimler yaşamakta, statik olmayan, reaksiyoner olduğu için doğaçlama da denebilecek kadar aktivist, hatta mutlaklık konusunda giderek daha fazla kırılgan, pek çok sayıda “kadın hareketliliği” mevcut yeryüzünde...
Ve bu kadınların yolları, hayat içinde, zaman zaman, aslında giderek daha çok kesişiyor. Zira küreselleşmenin sunduğu imkanlarla dünya eskisi kadar büyük değil artık. AK Parti İstanbul İl Kadın Kolları Başkanı Av. Şeyma Döğücü’yle yaptığım görüşmede, söz bölgemiz ve ülkemiz için barışa geldiğinde, “kilit hareket ve bu konudaki nihai karar, kadınlarındır” ibaresi çok önemliydi mesela. Dünyada barışa dair kadın deneyimlerinden bahsetti. Kendi medeni birikimimizden kurucu kadın kimliklerinden söz etti... “Kadınların hayalleri var ve hayallerimizi gerçekleştirmek istiyoruz biz” dedi...
***
Yukarıdaki soruyu bağlamak istedikleri liman, feminizmin karşısında, ona mukabil veya hiç olmazsa baş etmeye kalkışacak bir başka kadın hareketinin olup olamayacağını yoklamak. Ve bu konudaki görevi, maneviyatı, moral değerleri, hasılı kelam dini temsil eden kadına vererek (aslında yıkarak) beklenen çatışmayı kurup kuramayacağını tartmak... Hasan Bülent Kahraman’ın bahsettiği sorgulamak mahiyetinde değil bu, yoklamak ya da tartmak da değil tam olarak... Hıristiyan bilinçaltında erkek olduğu varsayılan tahrif edilmiş tanrının, yeryüzündeki suç ortaklığını sürükleyen dindar kadının, istemdışı bir şekilde, panoptican arenaya
sürülerek cezalandırılması macerasıdır bu bir bakıma.
Fransız Valiler, şayet yerel giysileri olan “hayık”larından sıyrılırlarsa, Cezayirli kadınların modernleşebileceklerini düşünüyorlardı. Ama bu “sıyrılma”, Fransız sömürgecilerin elinde “yırtılma”ya kadar gitti. Müslüman veya doğulu kadın, “kurtarılması gereken kurban” kimliğinden, “dik dik baktığı için” Boston/Los Angeles uçağından yaka paça atılacak bir potansiyel suçludan veya Hebdo’nun kapağındakine benzer kıyıya vurmuş mülteci çocukları habire doğuran bir kuluçka makinesinden başka nedir ki?
Tüm bu keskin görüntü yığınları altında kurgulanan Müslüman/Doğulu kadın kimliğinin, giderek sertleşen giderek fobikleşen bu çatışma/tartışma/karşılaşma alanına kendi isteğiyle çıktığını/çıkacağını söyleyebilir miyiz... Bu yüzden panoptican dedim. Maruz kalınıştır sözkonusu olan. Buradan sorgulama ve özgürleşme imkanı çıkmaz. Buradan üzüntülü, derin, simsiyah bir sükuttan başka hiçbir şey çıkmaz.
***
Cumhurbaşkanı Erdoğan, 8 mart dolayısıyla yaptığı konuşmalarda kadının annelik vasfını öne çıkartıcı atıflarda bulundu. Oysa, feminizme dair klasik tartışma alanlarından belki de en belirleyicisiydi; anneliğin, kadın kimliğini kısıtlayıcı politik, ikincilleştirici bir dayatma olduğu algısı.
AK Parti, Fırsat Eşitliği Komisyonu gibi sol partileri bile yapmayı başaramadığı kadın lehine çok ciddi siyasi kazanımlara imza attı. İstanbul sözleşmesi gibi kadına yönelik şiddeti radikal müeyyidelerle çerçeveleyen işler kotardı.
Bir yandan aileci ve anneci söylem, diğer yandan birey olarak kadını ve vatandaşlık haklarını sağlama alan hukuksal yürüyüş, birbirine tezat mıdır?
Ali Bayramoğlu’nun bahsettiği şekliyle AK Parti’ye has siyasal paradokslar mıdır bunlar... Veya Av. Şeyma Döğücü’nün gülümseyen yüzünde ikizleşivermiş muhafazakar olumlama hali midir? “Hem aile hem de kadın hakları” misali...
Ben bunun, Türkiye’ye has ehli sünnet örfle alakalı olduğunu düşünüyorum.