Dolunaylı gecelerde, sırtını Artos dağlarına döner, büyük bir sabırsızlıkla zamanın geçmesini beklerdi. Sonra da, gece yarısı olduğunda uzun ince bedenini, büyük bir sevinçle gölün sularına sessizce bırakır, Tamara’nın elinde tuttuğu mumun ışığına doğru yüzmeye başlardı.
Işık neredeyse, Tamara da orda demekti.
Dolunaylı gecelerin belli belirsiz aydınlığında maviliği seçilebilen sulara, adayı, sanki kendine ait bir yavru ceylanmış gibi himayesine alan üstü karla kaplı dağların gölgesi vururdu.
Çok geçmeden de, Tamara’nın elinden yayılan ışığa karışır giderdi bu gölgeler..
Tamara’nın sevgilisi, elinde tuttuğu mumdan yayılan beyaz ışığa yaklaştıkça, soluksuz kalır, güçlü kollarının devinimi yavaşlar, bu yavaşlamayla birlikte onu Tamara’ya kavuşturacak zamanın iyice kısaldığını anlardı.
Görünmezliğin ışıltısı
Ada’yı gece karanlığının içinden seçmeye başladığında, kilisenin dış cephesindeki rölyefler, nakışlar gözlerini kamaştırırdı. Her şey bir anda görünmez olurdu sanki. Ne adayı boydan boya kaplayan badem ağaçları seçilirdi artık ne de başka bir şey.
Derken, adanın taşlı sahiline yaklaştıkça, kilisenin dış duvarlarına resmedilmiş, aslanların, ceylanların ve kuşların gözlerindeki çukurlarda gizli, o, insanı hayrete düşüren parıltılar içindeki mercan, yakut, zümrüt ve elmasların, ay ışığında parlayan şavkı vururdu, gölün sularına dalıp çıkan yüzüne..
Adaya ayak bastığı zamanların ve Tamara’nın onun ellerini tutup, uzun ince gövdesini suyun içinden çıkardığı anların sonrasında hep haz veren bir yorgunluktu yaşadığı..
İlk nerede, ne zaman görmüştü Tamara’yı?
Doğrusunu söylemek gerekirse, o da hatırlamıyordu bunu. Kim bilir belki on, belki yüz, belki de bin yıl önceydi bu..
Dilleri farklı olsa da, Tamara’nın Ada’da yaşayan halkı az çok onun halkına benziyordu. Güçlü kuvvetli erkekleri, gözleri iri ve güzel, saçları da, ince bellerine kadar inen kadınları vardı bu halkın.
Yaz kış balık yer, şarap içerlerdi.
Şarkılarla kutsanan halk
Tamaray’la buluştuğu kimi gecelerde, akşam alacasıyla başlayan ve Ada’dan yükselip, gölün kıyılarına yankılanan şarkıların hüznü dolardı içine. Ada halkının söylediği şarkılar çocukluğunun uzun kış gecelerinde yakılan kandillerin cılız aydınlığında, yaşlı dengbêjlerden dinlediği o bitmez tükenmez stranlara benzemiyordu gerçi. Ama yine de çok yanıktı bu şarkılar ve kızıl saçlı, kızıl sakallı delikanlı, bu türkülerin ve bu şarkıların, Tanrının bir lütfü olduğuna inanırdı.
Tamara’nın halkı Tanrının belki de şarkılarla kutsadığı bir halktı.
Adaya ayak bastığı her seferinde, Tamara, kehribar renkli ince uzun parmaklarını bir süre delikanlının ıslak kızıl saçları arasında gezdirir, uzun kirpiklerinin sakladığı nemli gözlerini yumarak, onun çıplak bedenini koklamaya başlardı.
İki sevgilinin aşkını yüzyıllardır dilden dile anlatanlar, bu masalın içinde yer alan o fırtınalı geceyi hiç anlatmak istemez, o fırtınalı geceden sonra olup bitenleri unutmak ve unutturmak isterlerdi.
Dinleyenlerin merakı her şeyin önüne geçince de, “ bir kış gecesiydi” diye sürdürürlerdi anlatmayı...
Ölüme çağıran fener
“Bir kış gecesiydi ve başka gecelere benzemeyeceği daha o günün sabahında belli olmuştu. Van gölüne girip, adaya yüzülecek zaman değildi yani.”
“Böyle bir gecede, Tamara’nın elinde bir ışıkla, delikanlıyı bekleyeceğini hiç kimse tahmin edemezdi elbet. Derken Tamara’nın mı, yoksa başka birinin mi yaktığı belli olmayan bir ışık gri bir sis bulutunun içinde belli belirsiz parıldayınca, her zamanki gibi, gölün kıyısında bekleyen Tamara’nın sevgilisi, göle dalıp, ışığa doğru yüzmeye başladı. Gölün buz gibi sularını hissetmeden karanlığın ve sisin içinde ilerliyor, ama şimdiye kadar yaşamadığı bir tuhaflıkla, ışığa yaklaştığını hissettiği her seferinde, ışığın yeri hep değişiyordu. Saatlerce yüzdü durdu delikanlı. Gölün ve adanın üstünü kaplayan yoğun sisten hiçbir şey görülmüyor, o ise bir görünüp bir kaybolan ve ona yaklaştığı her seferinde yerini değiştiren ışığa doğru yüzmeye devam ediyordu.”
‘Ahh Tamara’
“Delikanlı ışığı elinde tutanın Tamara olmadığını anladığında çok geçti artık. Kollarındaki gücün tükendiğini fark ettiğinde, son kez Tamara’yı düşündü. Ama, ne geri dönebilecek, ne de gölün dipsiz sularına batmadan, öylece, günün ışımasını bekleyecek gücü kalmıştı.”
“Sırtüstü dönerek, yüzünü hiçbir şeyin görülmediği soğuk gökyüzüne çevirdi. Sonra da yorgunluktan bitmiş kollarını, gittikçe yükselen dalgaların durmadan beşik gibi sarstığı göğsünün üstüne kenetledi.”
“Bedeni, dipten gelen ve devinimleri giderek hızlanan dalgaların içinde bir anda görülmez oldu. Delikanlının, onu yutan sulara gömülürken, ‘Ahh Tamara’ diyen sesi bir süre adanın içinde yankılandı durdu.”
O gece hiçbir ışık yakmamış olan Tamara onu çağıran bu sesi işitti. Öyle rivayet edilir ki, o lanetli geceden sonra ada halkından hiç kimse, Tamara’nın ağzından bir tek kelimenin bile çıktığını işitmedi.
Badem ağaçları arasında geziniyor, ağaçlara tüneyen kuşların şakımalarını dinliyor, güneşli günlerde gölün uzun sahillerinde saatlerce süren yürüyüşler yapıyor ve kimsenin anlamadığı bir dille gölün etrafını çevreleyen dağlara doğru, durmadan fısıldıyordu.
(Yıllar önce yazdığım ve Akdamar adasını anlatan bir öykünün kısaltılmış versiyonu. Bu hali bile hoşuma gitti benim, umarım siz de beğenirsiniz.)