Türkiye çok akıl almaz bir dönemden geçiyor. Normal ülkelerde on-onbeş yılda bir yaşanan, istisnai olaylar olarak tarihe geçen skandallar, bizim anormal ülkemizde neredeyse her gün patlak veriyor.
Pazartesi günkü Star’ın manşetten verdiği “Telekulak skandalı” bunun bir örneği. Eğer gerçekten de binlerce kişi düzmece bir “terör örgütü” kılıfı altında yıllarca dinlendiyse, zaten çoktan bir “Muhaberat Devleti” olmuşuz demektir. Bu dinlemeleri kimin yaptığı, kimin onayladığı, sonra hangi amaçla kullandığı veya kullanmayı planladığı mutlaka açığa çıkarılmalıdır.
Pazartesi gecesi interneteservis edilen ve gündeme atom bombası gibi düşen, hükümetin “montaj” olduğunu açıkladığı ses kaydı, daha da vahimdir. Nasıl yorumlanırsa yorumlansın, her halikarda çok vahimdir.
Bu vehametlerin vebalinin kimin üzerinde olduğu sorusuna verilen cevap ise herkesin siyasi cenahına, meşrebine, mahallesine göre değişiyor. Ancak, meseleyi bir kaç adım geri çekilip değerlendirmek, birbiriyle kavga eden grupları kavga ettiren “sistemiksorun”u görmek de mümkün.
Bu sorunun, hem devletin yapısından hem toplumun kültüründen beslenen yönleri var kanımca.
İlkinden başlayalım... Türkiye Devleti, müthiş otoriter bir anlayışa, zihniyete, kurumsal yapı ve hafızaya sahip bir devlet. Vatandaşlarını izlemek, fişlemek, lüzum gördüğünde siyaseten cezalandırmak, bu devletin olağan refleksleri.
Devleti hangi grup ele geçiriyorsa, bu otoriter araçların cazibesine kapılıyor. O yüzden devleti elinde tutanlar bazen değişiyor, ama devletin otoriterliği pek değişmiyor. En fazla çağın gereklerine göre kısmen yontuluyor, post-modernleşiyor.
Mesela, dikkat ederseniz, bundan üç-beş sene önce “Ergenekoncular” diye birilerinin devlet gücünü keyfi olarak kullandıklarından şikayet ediyorduk hep. Şimdi ise, “Ergenekoncular”ı tasfiye etmiş olan “Paralelciler” diye birilerinin benzer hukuksuzlukları gazete manşetlerinde.
Emin olun, “Paralelciler” gitse, yarın başkabirşeyciler çıkar gelir. Oyuncuların değişmesi, oyunun kendisini değiştirmiyor çünkü.
Ancak, başta dediğim gibi, oyunun vebalinin bir kısmı devletin yapısında ise bir diğer kısmı da onu ele geçirmek için çarpışıp duran farklı grupların ortak siyasi kültüründe.
Bu kültür, sanılanın aksine, “vatana ihanet” etmeye hiç elverişli bir kültür değil. Tam tersine, kendi hizbini “bu memleketin asıl sahipleri” olarak görecek derecede “vatansever” olan, ama tam da bu yüzden kendinde sınırsız iktidar hakkı gören ve öteki hiziplerin “ihanetinden” sürekli kuşkulanan bir kültür.
Star’a köşe yazarı olarak katılmasına çok sevindiğim dostum Taha Özhan’ın da dünkü ilk yazısında meselenin bu yönünü görüp vurgulamasına memnun oldum. “Yargı-polis dünyası içerisindeki bir odak”a dair yazdığı şu satırların altını çizdim:
“Bakü’yü İran’dan korumayı vazife bilen bir aklın, Ankara’nın muhafaza edilmesine kendisini kutsal memur kılmasında şaşılacak bir durum yok. Kürt meselesinde, kendisini vatanın nihai sadık kalesi gören bir aklın, soruna değen aktörlerin büyük bir kısmını hain addetmesi de gayet tabii.”
Bu eleştiri, tel’in amaçlı propaganda temalarından çok daha gerçekçi geldi bana. Eklemek istediğim ise eleştirilen zihniyetin, sadece tek bir hizbin değil, aslında tüm siyasi hiziplerin az ya da çok ortak zihniyeti olduğu. İşte o yüzden, dediğim gibi, oyuncular sürekli değişiyor, ama oyun hep aynı kalıyor.
Bunca musibetten çıkarmamız gereken nasihat ise oyunun yapısını değiştirmek. Yani hukuka, şeffaflığa, uzlaşıya, güç paylaşımına, adem-i merkeziyete, özgürlüğe dayalı bir siyasi sistem ve siyasi kültür inşa etmek.
Evet, zor iş, ama başka çıkar yol da yok.