26 Ağustos 2071, Çarşamba. Büyük ihtimal ile o zamanın yaşayan ahalisi Alparslan’ı ve Malazgirt Savaşı’nı hatırlamayacaklar. Bu gidişle...
Bu gidişle, Akşemseddin o Fetih filmindeki gibi aksakallı dede gibi hatırlanacak, kendisi ‘köse’ olmasına rağmen, fethi Macar Urban’ın kızı gerçekleştirmiş olacak. Gidiş o ki, II. Abdülhamit Han’ı düşerken hatırlayacak o nesil... Öyle bir gidiyoruz ki, sadece köprülerde, binalarda, parklarda yaşatılan isimlerden ibaret olacak. Bu gidişle, tarih yapmış, bir şekilde tarih yazmış, ama tarihi her nedense gösterememiş bir medeniyet sahibi olacağız. Halbuki, kadim bir tarihi olmayıp, yazacak bir şeyi olmayıp, yaptığı bir tarih olmayıp, tarih gösterisi yapanlara ne demeli?
Bu gidişle, ismi örgüte kurban giden Ergenekon, Türeyiş, Manas destanı mı hatırlanacak yoksa Kara Şahin Düştü, Er Ryan’ı Kurtarma destanı mı? Alparslan mı, Alp Er Tunga mı , Kürşat mı hatırlanacak, yoksa William Wallace mı, Kral Arthur mu? Merlin mi, Emir Sultan mı? Aylardan ağustos olunca bana hep bunu hatırlatır. Destanlar ayı aslında benim için bir hüzün ayıdır hep. Önümüzdeki haftayı bekleyemedim. Her ağustos, ay sonu resepsiyonlarını konuşmaktan, kim gelecek filan denmesinden bıktım usandım. Hayır, önemsemediğimden filan da değil hani, onca yaşanmışlık var sonuçta, lakin önemsemediğimiz şeylerin ne denli önemli olduğunun kocaman bir boşluğu var içimde...
‘Start up’ mı, shut up!
Şu meşhur ‘ara elemanlardan’ mesela bir Einstein, bir Steve Jobs filan diyoruz son zamanlarda, biz yetiştiremedik, geçtim Spielberg’i, daha çok önemsediğim Mustafa Akkad’ımız da olmadı. Oscarlı Pi’nin yaşamı ‘Life of Pi’ filmini hepimiz hayranlıkla izledik. Peki, bu filmin animasyon altyapısının nerede yapıldığını bilenimiz var mı, arkasındaki yeteneği? Malezya. Evet, bu ülke 5-6 senedir animasyon konusunda devlet desteği verdi, start-up’lara fon, imtiyaz ve yerleşke gibi imkanlar sağladı ve çok kısa bir sürede ‘Life of Pi’ gibi bir başarıya ulaştılar. Malezya’da özel sektör de bu farkındalığa sahip. ‘Start up’ fonlarına Türkiye’de bu anlamda ‘para kaybı’ filan gözüyle bakanlara ithaf olunur. Boş beleş şeyler işte, gençlik başında duman yahu bunların. Haydi, üniversiteleri dolaşın, yeni mezunlara bakın, hatta liseli gençlerimizi tanıyın ve bunlara da ‘plaza’ ya da ‘bir bor madeni’ değeri verin. Yoksa bir mahsun bor menekşe, ağlıyor mu ne? Banane
Bazı şeylere karşıyım!
‘Sıcak sonbahar’ ifadesine karşıyım. Yazlar sıcak ve kurak, kışlar soğuk ve yağışlı, sonbaharda aşk başkadır, gerekirse gösterilir!
‘Yedi Sanat’ ifadesine karşıyım. Herşey ‘edep’ ile başlar halbuki. Ya birini çıkarın ya da başına ekleyin!
İletişim kazası diye bir şey yoktur!
İletişim üstadımız Ali Saydam geçenlerde iletişim kazasından bahsetmiş. Ama o konuda ben biraz daha farklı düşünüyorum.
Kağıt üstünde herşey vardır ancak, bilinmeli ki iletişim dediğin şey, sensin. Bu birey de, marka da olsa... Ogilvy der ki, ‘tüketici moron değildir, o senin karındır’. Vaad ve önermelerini bu şekilde vermek durumundasın. Rasyonel ve duygusal faydayı, bunların yanı sıra değersel ve yapısal faydayı gözeterek hareket etmelisin. Bir genetik kodun da olmalı, aklına her geldiğinde değiştiremezsin, aklına her geldiğini söyleyemezsin. Marka sermayeni bu şekilde sana ve tüketicine göre yapılandırmalısın. Yaptığın ve bununla elde ettiğin duygusal/fiziksel kazancın; tüketicinin de buna karşı sana karşı biriktirdiği/biriktireceği algı ve sana verdiği tepkiler. Kişi de olsa, marka da olsa bu şekilde hareket etmeli. Yani marka yaratmak değil sadece, bunu realize etmek, akabinde kontrol etmek, gerektiğinde modifiye etmek. Sürekli ve dayanıklı olunmalı. Yık yap, yap yıkla, tüh öyle değildiyle, yanlış anlaşıldımla falan olmaz. Bunu yapan markadır. Gerisi ya iletişimi ‘bağzı cinlikler’ ya da sadece ‘film, ilan filan’ zanneden ‘buçukluklar’ ya da sürekli gaflar yapan üste çıkmaya çalışan muhalif ‘orklar’ gibidir. Dolayısıyla kaza filan diye birşey yoktur, çünkü ve zaten hiç trafiğe çıkmamışsındır, yola çıkmış olsan da!
Bir ara da Milli Takım’ın marka değerine bakalım, 76 milyonun tuttuğu takım olan hani..