Dün Berlin’e gitti...
Kemal Kılıçdaroğlu’ndan söz ediyorum.
Muhtemel bir anayasa değişikliğinin “kan akmadan mümkün olamayacağını” söyleyen ve Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın da ilgisini çeken bu zat, Almanya’da birtakım temaslarda bulunacak, sivil toplum örgütleriyle bir araya gelecek, ülkesi hakkındaki sorulara cevap verecek ve daha da önemlisi refiklerine Erdoğan’ı şikâyet edecek. (Program dışı temaslarda da bulunur mu? Örneğin, bazı Türklerin kaçamak yoldan ziyaret ettikleri mahfillerde boy gösterir mi? Hakkındaki spekülasyonlara yeni spekülasyonlar ekler mi? Bilmiyoruz ve ayrıca bize ne!)
Dün, Berlin ziyareti öncesi, Alman “Bild” gazetesinin kendisiyle yapmış olduğu söyleşiyi okudum.
Bu söyleşi (Kılıçdaroğlu’nun ağzından) “Erdoğan bir diktatördür” başlığıyla yayınlandı.
Eminim, Murat Belge de çok mutlu olmuştur.
Bir süredir siyasal İslam üzerinde çalıştığını müjdeleyen Murat Belge, artık “diktatör” sözcüğünü bol keseden kullanıyor ve bu durumun (Mesela, “Başında Erdoğan gibi bir diktatör bulunan bir ülke” diye yazabiliyor), siyasal İslam’ın doğal bir sonucu olarak görüyor.
Bunun böyle görülmemesi gerektiğini bildiği halde, (“siyasal İslam” adını verdiği süreçle, “diktatörlük” diye tanımladığı fiili durum arasında bir irtibat kurulamayacağını fehmedebilecek ender kişilerden biri olmasına rağmen) bulunduğu yerin (kendisi Jurassic Park’ın yeni sakinlerindendir) hakkını veriyor ve nasıl görmek işine geliyorsa, öyle görüyor.
Kılıçdaroğlu, Murat Belge’yi çok mutlu edecek söyleşisinde, bir soru üzerine, (“Onu daha çok hangi despota benzetirsiniz?”) şu karşılığı veriyor: “Erdoğan benzeri görülmemiş bir diktatördür, başkasıyla karşılaştırılması zordur.”
Ben Kılıçdaroğlu’nun yerinde olsam, bu kadar iddialı konuşmazdım.
Mesela, Erdoğan’ı, asla “diktatör” sayılmayan ve neredeyse bütün tasarrufları “Aziz Ata’nın öngörüsü” ya da “İsmet Paşa’nın eşsiz dehası” sözleriyle meşrulaştırılan başka liderlerle, başka Cumhurbaşkanlarıyla karşılaştırırdım.
İnsan olduğum için, birazcık da utanırdım.
Kılıçdaroğlu’nda utanma duygusu yok. Ya da zayıf...
Bild muhabirinin maksatlı ve mesnetsiz sorularına öyle maksatlı ve mesnetsiz cevaplar veriyor ki, insanda istikrah duyguları uyandırıyor.
Muhabir soruyor: “Peki Erdoğan, mülteci akınını tekrar dilediği gibi Avrupa’ya yönlendirme biçiminde AB’ye şantaj yapma gücüne sahip değil midir?” (Buradaki bozuk Türkçe, çevirmen marifetidir.)
Kılıçdaroğlu’nun cevabı şu: “Mültecilerin sırtından böylesi bir tutum benimsemek ancak bir utanç teşkil eder, üstelik Türk mantalitesi de bu değildir. Ancak kesin olan bir şey var: Yeni Başbakan kim olursa olsun, AB ile varılan mülteci anlaşması tehlikede değildir.”
Bunu okuyan da, Kılıçdaroğlu’nun mülteciler konusunda çok samimi ve sağduyulu davrandığını düşünür. Son tahlilde, mültecilerin sınır dışı edilmesini “seçim vaadi” olarak kullanmış bir kişiden söz ediyoruz. Ölümden kaçanlar tekrar Suriye’ye göndereceğini söylüyordu ve bu vicdansızlığı “Türk mantalitesiyle” bağdaştırabiliyordu.
Peki, vize anlaşmasının askıya alınması?
Bu soruya da bazı cevaplar veriyor ama ne söylediğini, neyi murat ettiğini ben anlayamadım. Muhtemelen Bild muhabiri de anlayamamıştır.
Geliyoruz asıl soruya...
Bild muhabiri, Erdoğan’ın DAİŞ’e yoğun destek sağladığını, Kemal Bey’in bu durumu nasıl karşıladığını soruyor.
Kemal Bey bu soruyu nasıl karşılayabilir ki?
Klasik yalanlarından birine sarılıyor: “Erdoğan sadece DAİŞ’e değil, PKK’ya da yoğun destek sağladı. Valilere ‘PKK’nın silah depolarına dokunmayın’ emrini verdi?”
Bu “yalan”dan sonra ne yazılır?
Bilmiyorum.
Sözün namusuna inanan bir insan, iddiasını kanıtlar. En azından, Erdoğan’ın valilere verdiği emrin belgesini yayınlar. Ya da bu emre ilişkin bir çıktı, bir kayıt, silik de olsa bir fotokopi sureti sunar.
Kılıçdaroğlu ne yapar?
Onun değerlendirmesini de tarihe ve baktığı her yerde diktatör gören Murat Belge’nin “rikkatli” vicdanına bırakıyoruz.