Çok erken baba oldum, bu nedenle, evlat sahibi olmadan önceki anılarım neredeyse, Eskişehir Maarif Koleji’nin parasız yatılı yatakhanesinin koridorlarından ibaret kaldı. Eşim Canan’la evlenme kararı aldığımızda bu ülke 70’li yılların kan yüklü günlerinin tam ortasındaydı, 12 Eylül 1980 sabahı Kenan Evren’in o ünlü nutkunu dinlerken eşim yanımda hamile haliyle duruyordu...
Ülkemizin bitmek bilmeyen siyasi gerginlikleri, hoyratlıkları, pervasızlıkları, ne yazık ki, kuşak olarak bizlere acılarla yüklü bir yaşam hediye etti...
Yatılı okuldan sevgili arkadaşım, kardeşim, Ferruh Ataol, 1978’de Kocamustafapaşa’da vurulduğunda gençliğin sol kanadında bir aktivistti. Yatılıdan en yakın arkadaşı, geçtiğimiz yıl, o berbat hastalık neticesi toprağa verdiğimiz kardeşimiz Hasan Öztoprak’ın o yıllardaki siyasi tercihi ise ülkücü kanattı, ilerleyen yıllarda siyasetle bir alakası kalmadı, başarılı bir müteahhit oldu... Ferruh yediği kurşun sonucu felç olmuş, hastanede yatıyor, fakat Hasan, çok sevdiği arkadaşına bir türlü ziyarete gidemiyordu. Ayarladık, güvenliğini sağladık, gitti, gözyaşları içinde vedalaştılar, sonra, Ferruh’u toprağa verdik... Muhafazakar-milliyetçi kimliğini yaşamı boyunca taşıyan Hasan, ortak sohbetlerde ne zaman Ferruh’tan söz edilse bir süre gözleri bir yere takılır, sohbetten kopardı... Allah, ikisine de rahmet eylesin...
Bunları neden anlatıyorum?
Bu ülkenin, genç cenazeleri üzerinden siyaset üretme geleneği bütün bu acıların yaşanmasına neden oluyor.
Bunu 80’lerden sonra PKK nedeniyle 30 yıldan fazla bir süre yaşamış olmak daha da büyük bir acıdır. Yıllarca, dağda ölen Kürt gencinin veya askerlik görevini yaparken şehit olan o çocukların cenazelerinin nasıl, karşıt tarafların siyaset tezgahlarında kullanıldığını izleyerek geçti ömrümüz...
Bakın, 16 Mart 1978’de İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi önünde bombalı saldırı sonucu ölen 7 arkadaşımızın anma yıldönümü bir kez daha geldi. O gün hepimiz için sözün bittiği yerdi, tıpkı 1 Mayıs 1977, Kahramanmaraş katliamı ilerleyen yıllarda yaşadığımız Madımak, Başbağlar katliamları ve Bingöl’de 33 askerimizin kurşuna dizilmeleri gibi...
Bu yazıyı 12 Mart 1971 muhtırasının yıldönümünde yazıyorum, siz bir gün sonra okuyacaksınız, Türkiye, babaları yaşlarındaki milletvekillerinin “üçe üç” sloganları altında ikisi 25 yaşındaki Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan’ı, biri de 23 yaşındaki Hüseyin İnan’ı idam sehpasına çıkarmış bir ülkedir...
Evet, Berkin bir çocuktu...
Bir baba, bir dede olarak çok üzgünüm... Berkin Elvan bir çocuktu... Bütün Türkiye’nin içi yandı, biliyorum ki, benim kuşağımın yüreğine bir kez daha taş oturdu. Bir çocuğun cenazesini kaldırmak, bir toplum için çok ağır bir görev...
Ölmemeliydi... Devlet gücü daha titiz, siyaset daha kucaklayıcı, konuya taraf olan herkes, gençler üzerinden siyaset üretmemekte daha hassas olmalıydılar... O, yetişkinlerin kendi aralarındaki hoyrat hesaplaşmanın ortasında kaldı, kabul edelim, onu hiç birimiz koruyamadık... Bugünlerin fırtınası bir gün dinecek, onun yokluğunun acısıyla baş başa kalacak ailesine sabır diliyorum...
Türkiye ise, ne yazık ki, genç cenazelerinden siyaset üretmek ve her seferinde yeni bir genç acısıyla yoluna devam etmek geleneğini sürdürecek gibi gözüküyor... O’nu bayraklaştırmak veya acı ölümünü görmezlikten gelmek, Turan Emeksiz ile başlayan ve 50 yılda binlercesine varan genç ölümleri zeminli siyaset geleneğinin mezar toprağına bir kürek daha atmaktan farklı değil...
Atılan o manşetleri de atılmayanlarını da benim kuşağım çok iyi biliyor, tanıyor...
Ömrümüz bu berbat iklimde geldi geçti...
Bu ülke, 15 yaşındaki bir çocuğu öldürmemeliydi...
Bu ülke, 15 yaşındaki bir çocuğun cenazesi etrafında siyaset üretmemeliydi...
Bu ülke, 15 yaşındaki bir çocuğun ölüme yatması karşısında bu ölçüde duyarsız, salt siyasetin penceresinden bakan bir tavır sergilememeliydi...
Tarafsız ve bağımsız yargıya ihtiyacımız olduğunu söylüyoruz, o zaman, işe, bu çocuğun ölümüne sebep olanı bulmakla başlamalıyız...
Hepimiz suçluyuz ve görüyorum ki, siyasi tercihimiz ne olursa olsun, işlediğimiz bu suçtan ders çıkarmış gibi davranmıyoruz...
Berkin, evladım, içim yanıyor, ne olur, hakkını helal et...
SOSYAL MEDYA’DA NEFRET DİLİ: Twitter ve Facebook, iletişim açısından artık hayatımızın parçası oldular. Ama, artan “nefret dili” korkunç!.. Kendisi gibi düşünmeyeni “ötekileştirmek” ve hemen “yok etmek” hezeyanları... Sosyal medya bize geniş zeminli demokrasi olanağı tanıyor acaba, biz, oraya, “örtülüfaşizm”in tohumlarını mı ekiyoruz?..Bir düşünün...