Ölüm, konuşmayı zorlaştırıyor, bazen imkansız kılıyor, bazen de anlamsız...
Uludere’nin 20. gününde Gülyazı ve Ortasu köylerine vardığımda dilim tutulmuş, anaların, babaların, bacıların feryadına ancak katık olabilecek gözyaşlarımı utancımdan saklamaya çalışmıştım.
Onların acısının büyüklüğü karşısında gözümden dökülen yaştan dahi utanmıştım.
Evladını toprağa koyan annelerden biri de ben değilim diye utanmıştım.
Aklım sıcak evimde bıraktığım çocuklarımda olduğu için utanmıştım.
O acı deryasına sanki benim de katkım varmış gibi hissetmiştim.
Roboski/Uludere öyle oldu işte, 21 Aralık 2011’di... 34 çocuk-genç onları ölüme götürecek bir ‘kaçak’ yolculuğa çıktılar ve bir daha evlerine dönemediler.
Anaları yaslarını bile tutamadı çocuklarının. Türkiye-Irak sınırında yaşanan o facia yüreklerimizi dağladı dağlamasına ama kimimizin akıtmaktan utandığı gözyaşları, kimimizin ideolojik kalkanı oldu.
Annelerin yasını nefret söylemine hapsettiler. Bir kumpas mıydı, neydi o felaket gecenin sebebi?
Biz bunları düşünürken acının sözde gerçek sahipleri hüküm vermiş, ferman buyurmuş, katili de tayin etmişti zaten...
İnsanı konuşamaz kılan nefret dili hortlamıştı işte!
Ölüleri kuşanmak
Kimlerin nelere üzülüp nelere sevinebileceğinin yazılı olduğu bir kitap vardı sanki; insani yönlerimizi nasırlaştıran, bazılarının acılarına bizi yabancılaştıran...
Uludere-Roboski’ye üzülme hakkı elimizden alınmaya çalışıldı.
Acı bazen yılan gibi sokar insanı, tam üzüntünüzü ifade edecekken üzerinize kusulan nefret gibi; öyle oldu işte...
İşte tam da bu, acının acı olmaktan çıktığı andı!
Ölülerimizin bizlere söylem ve manevra alanı açtığı an,
Ölülerimizin sapana, molotofa, biber gazına dönüştüğü an, onları mancınıkla birbirimize fırlattığımız an, bir tür biyolojik silah yani...
Ölülerimiz üzerinden birbirimizi ötekileştirdiğimiz an...
Ortak bir hafıza değil bu; bize benzeyenlerden oluşan kimliksel-dinsel-mezhepsel ideolojilerimize masumiyet devşirmeye çalıştığımız bir hafıza.
O hafızada hep kötücül şeyler birikiyor, o hafızadan geleceğe taşınanlar bugünümüzü olduğu gibi yarınımızı da rehin alıyor.
Onların parlayan gözlerinin, gülen yüzlerinin olduğu pankartlar taşıyoruz, taşıyoruz da onları tadetmiş mi oluyoruz? Hayır!
Onların arkasından Rahman’ın rahmetini de çağırmıyoruz. Onları hiç unutmayarak, sembolleştirerek onlar üzerinden bize-kendimize-bugünümüze ve yarınımıza cephane taşıyoruz.
Ancak onları yaşatarak var olabileceğimizi düşündüğümüz anda ise o aç gözlü-bencil-hırslı ideolojik canavar yeni ölüler istiyor. Yeni kurbanlar...
Şehitlerimizi güncelleyebiliyorsak, o kurban merasimini devam ettirebiliyorsak mutluyuz işte.
Uludere’deki canlar da Gezi’nin kurbanları da Berkin Elvan da kurban olsun bizim tamtamlarımıza, o doymaz iştahamıza...
Berkin Elvan’ın gözleri oğlumun gözlerine benziyor, çok kara, çok derin bakıyor. Biz anneler böyleyiz biraz, her çocukta kendi çocuğumuzdan bir şey görürüz, o yüzden söz konusu olan çocuksa her şey ayrıntıdır o andan sonra.
Berkin neden öldü?
Bir polisin attığı gaz fişeğinden; muhtemelen bu nedenle...
Belki ekmek almaya gidiyordu, belki de o da heves etmişti ağabeyleri, arkadaşları gibi eyleme katılmaya...
Hiç önemi yok şu anda. Berkin öldü!
Annesinin kara gözlü kuzucuğuydu.