Avrupa’da ve Asya’da milliyetçiliğin yol açtığı felaketler çağı kapandı mı?
Türk milliyetçiliği çoğumuzun anlamak istediği gibi gerçekten ‘zararsız’, ‘ehil’ ve yurtseverliğe dayanan bir milliyetçilik miydi?
Bu çağda meşru ve haklı görülebilecek milliyetçilikler var mı?
Bir ulus-devlet kuramamış olan Kürt milliyetçiliğini Ortadoğu’da nasıl bir gelecek bekliyor?
Sadece Türkçe bilen bir Türk’e göre, hem Kürtçe hem Türkçe bilen ve her iki dilin kültürel zenginliğinden faydalanan- ve faydalanacak olan- bir Kürt yurttaşımız, daha mı şanslı?
Asimilasyoncu inkar politikaları, iflasla sonuçlandığına ve Kürtler Türkleştirilemediklerine göre, bu politikalar aynı zamanda, Türkleri bin yıldır birlikte yaşadıkları bir halkın dilinden ve kültüründen mahrum bıraktığı için en çok da Türk halkına mı zarar verdi?
Nasıl oldu ayrı bir mesele, ama Kürtler bugün iki dilli bir halk. Türkler tek dilli bir halk. Birlikte ve inşallah daha binlerce yıl yaşayacaklar. Kim avantajlı, tek dilli Türkler mi, çift dilli Kürtler mi?
İşte size, kimsenin gördüğü zarar-ziyanı öyle fazlaca abartmadan ama asimilasyonculuğa ve inkara da en ufak bir tolerans göstermeden, cevaplaması gereken bir yığın soru..
***
Sorulara cevap ararken ‘masum milliyetçiliklere’ sığınmaya gerek yok. Hiçbir milliyetçilik masum değildir çünkü. Sorulara cevap ararken başvurmamız gereken kavram milliyetçilik değil, belki de yurtseverliktir.
Avrupa’da, milliyetçiliğin tarih sahnesine çıktığı ve toplumları etkilediği 18. Yüzyıl boyunca, yurt sevgisi ya da yurtseverlik ile milliyetçilik arasında bir fark ya da ayrım görülmüyordu.
Ama, milliyetçilik tarihsel tekamülünü tamamlayıp “kemale erdiğinde” ve ırkçılıkla ve şovenizmle anıldığı dönemlere girildiğinde; yani, savaşlar, toplama kampları ve SHOAH gelip çattığında, aslında yurtseverliğin farklı bir şey, farklı bir anlam taşıması gerektiği kendiliğinden de olsa anlaşılmaya başladı.
Yazık ki, çok geçti ve olan olmuş, milliyetçilik yüzünden, insanoğlu, geride toplama kamplarının bıraktığı acı ve utançla başbaşa kalmıştı..
Milliyetçi bağlılıktan ve savunudan farklı bir tutkudur yurt sevgisi.
Çünkü bağımlılığa ya da kayıtsız şartsız bir itaat ve sadakate dayanmaz.
Milliyetçi bağımlılığın ayırt edici karakteri ise tam tersine farklılıkları dışarıda tutan ve inkar eden bir anlayışa dayanmasıdır.
İşte bu nedenle, milliyetçilik ve yurtseverliğin bazen birbirine karışır gibi oldukları bütün kavşak noktalarında yurtseverlik; milliyetçiliğe ‘kırmızı ışığını yakan bir sokak lambası’ gibidir.
1984 romanının yazarı G. Orwell, milliyetçilik ve yurtseverlik arasındaki farkı şu sözlerle anlatıyor:
“Milliyetçilik yurtseverlikle karıştırılmamalıdır. (...) Bence ‘yurtseverlik’ kişinin dünyadaki en iyi olduğuna inandığı ama başka insanlara da zorla dayatmadığı belli bir yere ve belli bir yaşam tarzına kendisini vermesidir. Yurtseverlik doğası gereği, hem askeri hem de kültürel anlamda savunmacıdır.
Milliyetçilik ise güç arzusundan ayrılamaz. Bir milliyetçinin değişmez amacı, kendisi için değil, millet ya da bireyselliği gömmeye karar verdiği başka bir şey için, daha fazla gücü ve daha fazla prestiji elde etmektir.”
Orwell’ın izahlarına bakarak, hafızamı yokladığımda; ve Mezopotamya ve Anadolu coğrafyasında milliyetçiliğin yol açtığı belaları yeniden hatırladığımda vardığım sonuç şu:
Ben ne Türk ne de Kürt milliyetçisi olamam.
Ama Anadolu’yu- ve köklerimin oraya ait olduğunu kuvvetle hissettiğim, Kürtler’in yaşadığı coğrafyayı-ki eski kaynaklarda ve Osmanlı tarihinde Kürdistan olarak geçer- aynı ve eşit duygularla seviyorum. Biri için diğerinden vazgeçebileceğimi hiç düşünemiyorum. Bu durumda ben millet adına ‘daha fazla güç ve daha fazla prestij’ talep eden ve bunu elde etmek için her türlü fedakarlığı ve çılgınlığı yapmaya hazır bir milliyetçi değil, olsa olsa bir yurtseverim.
İki yurt parçasını birden seven, bu nedenle de, ‘tek yurtlu’ insanlara göre, zengin sayılabilecek bir yurtsever...