Bugünkü Eğitim yazım için aklımda başka bir konu vardı.
OECD ülkeleri arasında ilköğretim ve lise düzeylerinde haftalık ders yükü en düşük ülkeler, mesela Finlandiya, eğitimde en başarılı ülkeler; bu konu mutlaka tartışılmalı, ders saatlerini, ders yükünü arttırarak başarının gelemeyeceği iyi anlaşılmalı.
Ancak, devreye o anlamsız dershane konusu bir kez daha girdi, ben de, tüm Türkiye bu konuyu konuşurken, başka bir Eğitim yazısı yazamazdım doğrusu.
Dershane denen kurumu oldum olası gönülden (gönül başka akıl başka) hiç benimseyemedim.
On altı, on yedi yaşlarında liseli gençlerin yapması gereken en az iki yabancı dil öğrenmek, matematik düşüncenin özünü kavramak, satranç öğrenmek, oynamak, spor yapmak, mümkün olduğu kadar çok roman okumak iken bir merkezi imtihan için bugün herhangi bir cep telefonunda çözümünü bulabileceğiniz türev ve entegrallerin çözümünü, mantığını bile anlamadan, öğrenmenin kimseye, özellikle de o gençlere bir faydasının olmadığı çok açık.
Ben de bu nedenlerden dershane denen kurumu hiç sevemedim; ama, benim bu sübjektif tavrım, bu kurumları benimseyememem başka bir konu, dershanelerin kaçınılmazlığı başka bir konu.
Herhangi bir üniversitede, herhangi bir hocadan, bir iktisada giriş dersi almış, arz-talep eğrilerinin mantığını azıcık kavramış birinin bile bugünün Türkiye’sinde dershanelerin mevcudiyetini sorgulaması çok anlamsızdır.
Dershaneler, hatta kızlı-erkekli evler tartışmasının başka bir siyasi çekişmenin alanı oldukları, olabilecekleri ihtimaline inanmıyorum, düşünmek bile istemiyorum.
Dershane meselesinin kalıcı çözümünün ilköğretim ve liselerde eğitim-öğretim kalitesinin yükselmesinden geçtiği söyleniyor.
Bu önermenin, bu iddianın ne kadar anlamsız, ne kadar boş bir iddia olduğunu görmek için allame-i cihan olmaya falan hiç gerek yok.
Dershaneler ilköğretim ya da liselerdeki kalite sorununu çözmeye yönelik kurumlar falan değillerdir; bu kurumların temel işlevi sınırlı, çok sınırlı üniversite ya da lise kontenjanlarına yönelik sınavlarda adaylara avantaj sağlamaya çalışmaktan başka bir şey değildir.
Üniversite kontenjanları artmıştır ama esas yarış otuz bin, hadi bilemediniz kırk bin kişilik bir kontenjan içindir ve bu tercih edilen otuz bin kişilik kontenjanı bugünden yarına yükseltmek de kolay değildir.
Toplam üniversite kontenjanları toplam talebin üzerine dahi çıksa durum değişmeyecektir zira gerçek talebin yöneldiği yer çok sınırlıdır, aday dershaneye X şehrimizde Y fakültesine değil, Boğaziçi’ne girebilmek için yazılmaktadır.
Yeni edindiğim bir bilgi geçen sene iki yüz otuz bin gencin tercihlerde tıp fakültelerini yazdıkları ama tıp kontenjanının sekiz bin kişi olduğu yönünde; Çapa, Cerrahpaşa, Hacettepe tıp fakültelerinin tercih edilme ve kabul oranını bilemiyorum, durumu siz düşünün.
Lise düzeyinde Galatasaray, İstanbul Erkek, Alman Lisesi, Robert Kolej gibi kurumlara kaç kişi girmek istiyor, kaçı girebiliyor, bir araştırın lütfen.
Bu koşullarda, bu arz-talep makas farkında, devreye birilerinin yarışı önde bitirmesi için bazı kurumların, mesela dershanelerin girmesi kadar eşyanın tabiatına uygun bir şey olamaz.
Dershaneler devreye eğitim-öğretim kalitesini yükseltmek için girmiyorlar, tüm liselerde eğitim-öğretim düzeyi kuruluş tarihi 1440 olan ünlü Eton Koleji düzeyine de yükselse, iki yüz otuz bin kişi tıp okumak isterken genel kontenjan sekiz bin olursa, bazı kurumlar devreye bu kez Eton’lular arasındaki yarış için girecektir.
Yok girmesin, ben bunları yasaklıyorum derseniz, merdiven altı KAÇINILMAZ olarak devrededir, bunu unutmayalım.
En doğrusu her üniversitenin kendi öğrencisini seçmesidir, merkezi sınav sadece bir endikatör olmalıdır, doğrudur, ama bu doğru sisteme geçildiği gün mesela bendeniz öğrenci kabul aşamasında ODTÜ ya da Boğaziçi rektörü olsam, kurumsal kültürümüz maalesef budur, telefonlara, baskılara dayanamam, hemen istifa ederim.