Bu yazıda söyleyeceklerimi kimse lütfen ‘ben dememiş miydim’ böbürlenmesi olarak anlamasın. Böyle bir amacım asla yok.
Türkiye yeni ve umutlu bir döneme girdi.
Herkes geçmişten ders alınması gerektiğini söylüyor. Ama geçmiş tecrübeler nedir, bu konuda fikir birliği yok. Bence barışın olması için, şiddete karşı açık ve cesur bir tutum, savaşta hayatını kaybetmiş insanlara sevgi ve saygı duyulması, ve ‘asıl olan hayattır ‘ felsefesinin benimsenmesi gerekir. Bu da bize, bir barışın ancak entelektüel zeminde kazanılabileceğini gösterir.
Şimdi yazılıp çizilenlere bakıyorum, bu zeminin temellerine geçmişte adeta dinamit döşeyenler, son iki yıl içinde PKK’nin yürüttüğü psikolojik harbin propagandacısı olanlar, şimdi de karşımıza ‘barış elçisi’ olarak çıkmaya hazırlanıyorlar..
Bu sahte ‘barış elçilerinin’ rol oynayabilecekleri bir alanda durmuyor hükümet, bundan eminim. Bu bakımdan kaygım yok, hükümete güvenim tam benim. Ama sahte ‘barış elçilerinin, AK Parti ve Başbakan’a, karşı, sadece barış istedikleri için ağır bedeller ödeyen Kürt aydınlarına karşı giriştikleri kampanyaları, jurnalleri hatırlamaz ve geçmişte hiçbir şey olmamış gibi davranırsak, bu ülkeye barış filan gelmez.
Kendi payıma barışın ancak entelektüel zeminde kazanılabileceğini, entelektüel zemindeki dinamiklerin, savaş yanlıları tarafından kontrol edildiği bir ülkede barışın mümkün olmadığını düşünenlerdenim. Bir yıl önce ‘silahın ve şiddetin miadı doldu’ diyerek adı ‘Silahları Gömmek’ olan bir kitap yazdığımda, Türkiye’nin barışa ne kadar uzak olduğunu hatırlatanlar, beni hayalcilikle suçlayanlar, kitabın adına bile bıyık altından gülenler, şimdi bakıyorum, bu sefer de ‘barış elçisi’ havalarında ortalıktalar.
Kimse kusura bakmasın ve kimse de kendine bir rol biçmesin. Türkiye eğer bugün barışı yeniden konuşuyorsa bu büyük oranda, hizmet hareketinin barış çalışmaları, Başbakan’ın siyasi kararlılığı ve samimi tutumu nedeniyledir.
Güzel bir tablo var şimdi önümüzde.
Kemal Burkay’ın şiiri sanki mucize olmaktan çıkacak, iklim değişecek, Akdeniz olacak.
Gazetedeki köşelerden, patron odalarından, partilerden, meclisten, sokaktan, dağdan İmralı’dan barışa selama durdu herkes.
Meğer barış ne kadar da gerekliymiş, bir anda anladı bütün Türkiyeliler!
Bu sefer olacak diyorlar.
Oslo önemli bir tecrübeydi diyorlar. Siyasi aktörlerin Oslo’da sütten ağzı yanmıştı, merak etmeyin, bu sefer herkes yoğurdu üfleyerek kaşıklayacak diyorlar
Ama kimse bu ülkede iki yıl içinde 1500 kişinin hayatını neden kaybettiğini yazmıyor ve sorgulamıyor.
Siyasi aktörlerin ağzı sütten yanmışmış!
Vah vah..
Peki ya yüreği yananlar, ya ana karnında bedeni parçalananlar, ya dağlarda kurda kuşa yem olan gencecik insanlar, ya Uludere faciasında hayatını kaybeden Kürt köylüleri ve İzmir’de infaz edilen Türk köylüleri, ya Gaziantep’te ölen çocuklar?
Onlar neyi tecrübe ettiler, neyin bedelini ödediler, bu bedeli ödemeye mecbur muydular?
Öcalan, Ahmet Türk’e dert yanmış diyorlar, ‘üç yılı boşuna heba ettik, boşa harcayacak bir dakika zamanımız dahi yok demiş’ diyorlar.
Vah ki vah, bunu anlamak için 1500 kişinin daha ölmesi mi gerekiyordu?
Hiçbir hak talebi için ölmek gerekmiyor diyen Kürt aydınları neden hain ilan edildi, neden susturulmaya çalışıldı?
Kusura bakmasın kimse, ‘Diyarbakır tahrir meydanı olacak’, ‘PKK Suriye’de Kürdistan’ı kurdu’, ‘Şemdinli’de 400 kilometrekare PKK kontrolünde’ diye manşet atanlar, ‘Kürtlerin yarısı silahlı isyana hazır’, ‘bu Başbakan yirmi milyon Kürdü içine tıkacağı cezaevi yapacak’ , diye yazılar yazıp, şimdi de köşesine çekilmeye mecbur bırakılanlara ve hala köşelerinden ahkam kesip bir zamanların Ankara Valisi Tandoğan’ın rolüne soyunanlara, soracak sorusu yoksa bu toplumun, yani barışa dair güçlü bir hafıza ve güçlü bir entelektüel zemin yaratmaya gücü yoksa, barış filan olmaz.
Çünkü hafızası ve belleği olmayan barış, barış değildir!