Korku. İnsan, korkularıyla da tutunur hayata. Türlü türlü korkular var, kimi gerçek, kimi yalan. Kimi komik, kimi hazin. Hepsi, insana ait, hepsi insana layık.
Küçümsememek lazım korkuları. Çünkü, cesaret gibi görünen şeylerin ardında da çoğu zaman korkular vardır.
‘En korkak kimdir’ diye sorsalar, benim ilk ‘şüpheli’m, korkuyu aşağılayanlardır.
Neyse, mevzuumuz korku değil. Biraz daha derinleşirsek, kalırız, çıkamayız dışarı.
Özel bir korku. Mesela, Süleyman Hilmi Tunahan’dan miras bir korku. Bir neslin, Kur’an-ı Kerim üzerinde titremesine sebep olan, Allah vergisi, güzel bir korku.
Veya Bediüzzaman’dan miras bir korku. Bir nesli, iman-ı kamil için seferber eden korku.
Çok gördüm bu korkuyu. Çok okudum, çok dinledim.
‘Çocuklarım gavur olmasın.’
Bu korkuya hayranım ben.
Babamın, Sure-i Yusuf’u okuyuşunu, hiç kimse benim kadar tahassüs edemez. Ben, o sureyi babamdan dinlerken, evladın ne olduğunu daha iyi anlarım. Babanın ne olduğunu daha iyi hissederim. Yani, Yakub’u ve Yusuf’u, İbrahim’i ve İsmail’i anlarım.
O ayetlerin okunuşunda, sadece Kelam-ı Kadimi değil, babamın korkusunu, babamın sevincini, hepsini, hatta kendi korkularımı, harf harf, hece hece, iliklerime kadar duyumsarım.
En son, Sadık Abi’nin (Albayrak) babasında gördüm bunu.
‘Oğlum gavur olmasın.’ Bunun için, hafız olmasını istiyor Sadık Abi’nin. Fakat, Sadık Abi, bir yolunu bulup, okula kapağı atıyor.
“Babama göre, hafızlık devrim bitmişti. Çünkü ben, artık gavur olma yolunda ilk adımı atmıştım.”
Allaha çok şükür, korkular gerçek olmadı.
Bir hayat sürdü Sadık Albayrak.
Kur’an okunacak, okudu. İmam-Hatip’e gidilecek, gitti. Kitap yazılacak, yazdı.
Dava için gazeteci olunacak, oldu. Konuşulacak, konuştu. Yürünecek, yürüdü, koşulacak, koştu.
Hapse girilecek, girdi.
Nedir bu? Bir meslek midir?
Anası, babası yok mudur bu adamın? Karısı, çoluğu çocuğu yok mudur?
Ekmek parası lazım değil midir bu adama?
Hepsi vardır, hepsi lazımdır. Ama, hepsinden eski, hepsinden yeni, hepsinden önce, hepsinden sonra, ‘DAVA’ diye bir şey vardır.
Dava için, ne yapılacaksa, o yapılır. Ana, baba, çoluk, çocuk, hepsi, dava ile birlikte bir anlam kazanır.
Hayat dediğimiz şey, budur.
Hep ağlayacak mıyız? Hep kızacak mıyız? Hep öfke mi? Hep hüzün mü?
Yok be! Gerçek bir hayat. Gülmek de var içinde, ağlamak da...
Bulutların üstünde uçmak da var, pervanenin, aleve doğru koştuğu gibi koşup, yanmak da...
Gülmek elbette. Harika güler Sadık Abi. Yüzünde güller vardır.
Yüz tane insanın arasında, bakın, en aydınlık yüz, onun yüzüdür. Allah nazardan saklasın.
İçinde, sizi her gördüğünde coşan, kabaran, bir heyecan vardır.
Ben bilmiyordum. Sadık Abi, yıllar, yıllar önce, Başbakan Erdoğan’ı da yazmış. Önceki akşam öğrendim.
1978’de Erdoğan henüz genç bir adamken, Yeni Devir’deki köşesinde “Bu gence dikkat edin” diye yazmış.
Önceki akşam, başka yeni şeyler de öğrendim. Eski ama benim için yeni.
(Sadık Abi, ben, İskilipli Atıf’ı önce Üstat’tan, sonra senden okudum. Daha çok şey öğrendim. Sen nehri dahil. Yani dediklerim rüşvet-i kelam değildir.)
Sadık Abi, eline geçen bir evraktan söz ediyor. Said Okur tarafından yazılmış galiba bir vekaletname. (Bediüzzaman Said Nursi, soyadı kanunundan sonra ‘Okur’ soyadını almış.)
Vekaletnamenin altında imza yok.
Parmak izi var.
Kelamın ve yazının üstadı Bediüzzaman, imza atmamış, parmak basmış!
Neyse o şey işte ben onu seviyorum.
Kelamın ve yazının ve okumanın üstadı Bediüzzaman’ın, imza atmaktan imtina etmesine sebep olan hassasiyeti seviyorum.
Bir sürü laftan daha çok seviyorum.
Güzel bir geceydi. Çok özlediğim dostlarımı, ağabeylerimi, hocalarımı gördüm. Çok sevindim.
Sadık Abi, o ‘çok seviyorum’ dediğim şeyden senin hayatında da çok var. O şey sebebiyle, seni de çok seviyorum.
Allah çok kerem sahibidir. Seni dareynde ‘mutmain’ kılsın.