Ne zaman, Ataşehir Belediyesi’nin yaptığı o güzel parkın önünden geçsem, 6 Mayıs 1972 sabahını hatırlarım. Eskişehir Maarif Koleji’nin “yatılı tayfası” sabah etüdünü bitirmiş, kahvaltı için masaya oturmuşken, 6’ncı sınıf ağabeylerinden birinin yemekhanenin ortasına doğru yürüyüşünü, “onları asmışlar” deyişini ve o sessizliği... Lisenin birinci sınıfındaydım. O sırada Hazırlık Sınıfı’nı okuyan 12 yaşındaki çocukların bile öylece kaldıklarını hatırlıyorum. Bizlerden bir-kaç yaş büyük üç genç insanın bir sabaha karşı ipe çekilmelerini anlamamız mümkün değildi. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan,12 Mart 1971 Muhtırası’nın genç omuzlarımıza bir karabasan gibi çöktüğü günlerde idam edildiklerinde henüz 25 yaşındaydılar. Biz, parasız yatılının acılı çocukları, masalarımızdan kalktık, devletin o gün bize verdiği kahvaltının lokmasına dokunmadan yemekhaneden çıktık.
Nur içinde yatsın, müdürümüz Temel Özten bizleri yemekhane kapısından geri çevirmeye çok çalıştı. Amacı korumaktı. Nitekim, bir-kaç hafta sonra bir gece yarısı, yatakhanelerde silah ve zararlı yayın arama bahanesiyle kapıya dayanan askerlerin başındaki subaya, “O çocuklar bana emanet, yattıkları yere asker sokmam, önce beni vuracaksın” diyecekti.
Şimdi insanlar, Deniz Gezmiş’in adını taşıyan o parkta çocuklarını gezdiriyorlar.
Ahmet Kaya’nın öyküsü
Ahmet Kaya,Magazin Gazetecileri Derneği’nin 11 Şubat 1999’daki gecesinde siyasi linçe uğradığında Kanal 6’yı yönetiyordum. Haber Merkezi’ndeki editör arkadaşlara haberi yorumsuz vermelerini, özellikle de görüntü fonunda sesi duyulan ve olayı tetiklediği çok belli olan kadınla ilgili bilgi toplamalarını istediğimi hatırlıyorum. Üç genci bir sabaha karşı darağacına gönderen devletin, 90’lı yılların fırtınalı günlerinde bir müzik insanıyla bu ölçüde uğraşmış olması kabul edilebilir değil. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, o dönem, gazete manşetlerinden infaz edilen ve sürgünde ölen Ahmet Kaya’ya Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’nü vermesi, devletin yeni yüzünü sergilemesi açısından önemli.
Anlaşılması çok zor bir ülkede yaşadığımızı, ne zaman İzmir Adnan MenderesHavalimanı’na insem, düşünürüm.
Neden, “zamanın ruhu” içinde sergilediğimiz hoyratlıkları aradan yıllar geçtikten sonra düzeltmeye çalıştığımızı da... Bugün yapmamız gereken, bir yandan geçmişin yaralarını sararken, yeni hoyratlıkların endişesini taşımamızdır. Bir toplum, tuzaktan ancak iki önlem ile kurtulabilir: 1- Beynimizde şekillendirdiğimiz kesin kanaatları birey olarak sorgulamak, 2- Güçlü ve tartışılmayan adalet sistemi.
Yaşanılan her hoyratlık kendi kahramanlarını yaratıyor, sonra toplu günah çıkarma seansları düzenlemek zorunda kalıyoruz.
Meclis ve başörtüsü
Meslek yaşantımda, Meclis zemininde gelişen iki olayda “eyvah” dediğimi hatırlıyorum. Birincisi, Leyla Zana’nın şahsında kimlik kazanan 6 Kasım 1991 günü yaşanılan “yemin krizi”, ikincisi, meclise başörtüsü ile gelen Merve Kavakçı’nın 2 Mayıs 1999’da Genel Kurul’dan atılması... Her iki olay da, ilerleyen yıllarda kolay tamir edilemeyen derin toplumsal/siyasal fay hatları yaratmıştır. Özellikle, “başörtülü kadın vekil” tartışmasının bugün, yeniden Meclis zemininde gerginlik yaratmasını kaygıyla izliyorum.
Başörtülü genç kızlarımızın üniversiteye alınmamalarını hiçbir zaman anlayamadım, yasal gerekçesini kavrayamadım. O dönemde, bu gençlerimiz için önemli bir alternatif oluşturan Uluslararası Saraybosna Üniversitesi’nin açılışına katılışımı, çocukların o günkü heyecanını dün gibi hatırlıyorum.
“Millet”in bütün renklerini barındırması gereken Meclis’te başörtülü vekil olmaması mantığını da anlamak zordur.
Başörtüsünün emniyet teşkilatı, ordu ve yargıda bulunmamasının laik devlet anlayışı açısından bir gerekçesi vardır. Kişisel olarak, burka ve peçeyi, kadının giyim özgürlüğü bahsinde görmediğimi de hemen ifade edeyim.
Fakat milletin vekilinin tercihlerine ambargo uygulamak, demokratik değerler açısından büyük bir soru işaretidir. Meclis bizim özgürlüğümüzün harmanlandığı yer, orada herkes kendince olmalı...
Tahmin etmiyorum, bugünden görür gibi söylüyorum, yarın o Meclis’te, başörtülü kadın milletvekilinin birkaç sıra ötesinde, toplumun belki de en yaramaz, çevreci/herşeye karşı, gay/travesti üyeleri de oturacak.
Çünkü, yaşam, kendi hükmünde yürür. Deniz Gezmiş Parkı, orada, bir sembol gibi duruyor...