Polonya’nın bağımsızlık kahramanlarından Josef Pilsudski (1867-1935) zamanında çok kestirme olduğu ileri sürülen bir hükümde bulunmuştu; “Ulusu oluşturan devlettir; yoksa ulus devleti oluşturmaz”. Bu günden dönüp, bu bilincimizle tarihe baktığımızda bu hükmün aslında “küçümsenmesi gereken” kestirme bir hüküm olmadığı, bizzatihi millet-devlet dengesinde ulus-devleti oluşturan yegane anahtar olduğu görülecektir.
1923 yılında devlet, bir ulus kurdu. Modernist, kalkınmacı, aydınlanmacı ve laik devlet aygıtı, savaş koşullarının elverdiği bütün “zor(lamacı)” imkanları kullanarak, bastırılmış, yoğunlaştırılmış, homojenleştirici ve arındırıcı bir dayatmacılıkla ulus inşasına girişti. Bu yaklaşımın doğal sonucu, Osmanlı bakiyesinin iki büyük aktörü Müslümanlar ve Kürtler devlet ve siyaset hayatından tasfiye edildi. Müslümanların, müslüman kimlikleriyle siyasette varlıklarını sürdürebilmeleri için siyasi parti olarak teşkilatlanmalarına izin verilmediği gibi, kamusal alandaki Medreseler, Tekkeler, Zaviyeler ve Tarikatlar kapatılarak, varlıkları cuma hutbelerine ve dini bayramlara terk edildi. “Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler memleketi olamaz; Türkiye Cumhuriyeti her alanda doğru yolu gösterecek, uyaracak güçtedir. Biz uygarlığın bilim ve fenninden güç alıyoruz ve ona göre yürüyoruz. Başkabir şey tanımayız” diyen Mustafa Kemal Atatürk’ün sözleri ışığında harekete geçilerek, 30 Kasım 1925’te çıkarılan yasayla tekkeler ve zaviyeler kapatıldı.
29 Haziran 1925’te Diyarbakır Dağkapı meydanında asılan Şêyh Said’ten hemen beş ay sonra bu kanunun çıkarılması hem tesadüfi değildi hem de çok manidardı. Her ne kadar görünürde Şêyh Said ve isyanı bahane edilse bile, bütün Türkiye’de bütün illerde, Medrese, Tekke ve zaviyelerin kapatılması ve kanunla yasaklanması, bir bütün olarak Müslüman varlığına dönük büyük bir saldırıydı.
Oysa hem Erzurum hem de Sivas kongrelerinde ortaya çıkan irade ve mutabakat, yeni kurulacak cumhuriyetin vatandaşlarına daha çok“siyasal özgürlük” vaat ediyor olmasıydı. Esasen cumhuriyet fikrinin de bütün dünyada genel kabul görmesi, bu ilkeye dayanıyordu. Ama her devrimsel dönemde olduğu gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin de yaptığı ilk iş kendi çocuklarını yemek oldu.
Bu süreç ve siyasi konjonktür, 1938 yılında Atatürk’ün ölümüyle ciddi bir krize girdi. Tek adamın gücü ve otoritesi etrafında toparlanan siyasi rejim, tek adamın aradan çıkmasıyla, kendi ürettiği yapısal krizin içinde debelenmeye başladı. Parlamenter cumhuriyet, sosyolojik olarak toplumun bütün kesimlerinin siyasal temsiline izin vermediği için; siyaset, toplum ve devlet çekişmesinin adeta arenası haline geldi. Siyaset, normal koşullarda toplumun değişik siyasi kesimleri arasında cereyan eden bir rekabet alanı olması gerekiyorken, her seferinde iş devlet ve toplum kapışmasına dönüşüyordu.
1960 darbesi, 1971 muhtırası, 1980 darbesi, 1998 postmodern darbe, 27 Nisan 2007 muhtırası, devlet-toplum kapışmasında devletin, silahlı müdahalelerini anlatır. Bu korkunç olaylara rağmen parlamenter sistem, yapısal olan siyasi ve yönetsel krizlerine çare üretemedi. Çare üretmesine imkan da yoktu; çünkü temsili parlamenter cumhuriyet en başında yanlış kurgulanmıştı.
1960’ların sonunda “Kürtlere Özgürlük” şiarıyla başlayan Kürt muhalefeti, PKK’nin monopol zihniyetiyle 1984’te silahlı savaşa başlayınca; devlet, önce hukuk dışına çıkarak çeteleşme eğilimi gösterdi, sonra da siyasal sistemi, %10 barajlarıyla kendini savunmak zorunda bıraktı.
Özellikle Müslüman kimliğinde ısrar eden kesimler, 1996 yılına kadar hem devletin yükümlülüklerinden faydalanmaya devam ettiler, hem de ulus-devletin denetiminden sıyrılma gayreti içinde oldular. Nihayet 2002 yılında devlet denetimini dengeleyerek hükümet olmayı başardılar. Şimdi artık kral çıplaktı. Devletin ulusu inşa süreci bitmiş, Ulusun devleti inşa süreci başlamıştı. Yapılması lazım gelen ilk şey parlamenter rejim adıyla başaşağı duran Cumhuriyeti Başkanlık sistemiyle ayakları üstüne oturtmaktı.
Devam edeceğim...