Kızmaya gerek yok: Nice zamandır unutulmaya yüz tutmuş ‘başkanlık sistemi’, anayasa yazımına geçilmişken şimdi konuşulmayacak da ne zaman konuşulacak? Olumlu veya olumsuz görüşlerin açıklanması için ideal bir ortam var ve zamanlama da doğru...
Ülke yönetiminde tepe noktaları işgal etmiş hemen herkesin sonunda geldiği nokta ‘başkanlık sistemi’ne geçilmesi talebidir. Turgut Özal ve Süleyman Demirel’in seslendirdiği bu gerekliliğe Tayyip Erdoğan’ın da inandığı anlaşılıyor.
Önce bir bilimsel gerçeği paylaşayım: Ülkemizde ‘başkanlık sistemi’ denildiğinde akla gelen, bilinen anlamıyla ‘başkanlık sistemi’ değildir. Bilinen anlamıyla ‘başkanlık sistemi’ni, bu sistemin ülkemiz için gerekli olduğunu savunanların isteyeceğini de sanmıyorum.
‘Başkanlık sistemi’ tam anlamıyla ‘kuvvetler ayrılığı’ ilkesini gerçekleştirmeyi amaçlar; bunun için de yasama, yürütme ve yargı arasına kalın mı kalın bir duvar örmeyi öngörür. O kadar ki, yürütmeyi teşkil eden hükümette görev üstlenenler yasama organı olan parlamentoda yer alamazlar; bakan milletvekili ise istifasını verir...
Milletvekilleri bir partiden seçilmiş olsa bile başkan ve yürütme karşısında güçlüdür; ‘başkanlık sistemi’ bunu sağlamak için tedbirler almayı gerektirir. Bu yüzden ‘başkan istedi’ diye veya parlamentoda sayısal güce sahip parti teklifi sundu diye, yasanın otomatik olarak geçebildiği bir sistem değildir ‘başkanlık sistemi’...
Halk tarafından seçilen ‘başkan’, istediği sonucu, önce geniş kitleleri sonra da onların temsilcisi milletvekillerini ikna ederek elde edebilir. ‘Başkanlık sistemi’ milletvekillerini güçlü kılar, yüksek yargıyı gerçek anlamda bağımsız hale getirir... Sistemin doğurduğu bütün sorunların, hataların faturasının çıkartıldığı makam sahibinin adıdır ‘başkan’...
Türkiye’de tek parti dönemi cumhurbaşkanının, hatta padişahın yetkileriyle donatılmış bir ‘başkan’ akla geliyor ‘başkanlık sistemi’ denildiğinde; oysa ‘başkanlık sistemi’ gelirse, başkan, askerlerin damgasını taşıyan 1982 Anayasası’nda cumhurbaşkanına verilmiş bazı yetkilerden mahrum olmak ve ‘kuvvetler ayrılığı’ ilkesi tam anlamıyla çalışacağı için atacağı her adımı seçilmişlerle pazarlık yaparak atmak zorunda kalacaktır.
Özal Amerikan sisteminin düzgün çalıştığını düşündüğünden, Demirel kendi yönetim zaaflarını örtebilir diye ‘başkanlık sistemi’ne olumlu bakıyordu. Tayyip Erdoğan’ın bilinen anlamıyla ‘başkanlık sistemi’ni istemesi için bir sebep ortada görünmüyor.
Kuruluşu ancak uzun sürmüş pazarlıklar ve ikna faaliyetleriyle sağlanabildiği için, o günlerin özelliği yansımıştır ABD’deki ‘başkanlık sistemi’ne; Türkiye Cumhuriyeti’nin ise, tepeden bir iradeyle kurulduğu için, gelenekleri farklı oluşmuştur. Bizde ‘başkanlık sistemi’ denilince herkesin aklına mutlak yetkilerle donatılmış bir liderin gelmesinin sebebi de budur zaten...
Bu durumda tartışmayı ne istendiğini açıkça belirterek, adlı adınca sürdürelim: Halkın seçeceği başkana şimdikinden daha fazla ne yetkiler verilebilir? Yoksa istenen, çoğu başbakanda toplanmış yetkilerin cumhurbaşkanına taşınması mıdır? Öyle bir durumda başbakana ihtiyaç kalacak mıdır? İki görevin yetkilerini tek makamda toplayacaksak, yasama ve yürütmeyi kalın duvarlar arkasında bugünkünden daha güçlü kılmaya da razı olunacak mı?
Tartışma soruları bunlardır.