Türkiye’de devam eden başkanlık tartışmalarının, sadece kendi iç siyasetimizle ilgili bir başlık olduğunu düşünenler olabilir. Elbette bu da bir görüş. Ama bölgenin ve dünyanın şartlarına baktığımızda geçerli bir görüş olduğunu söylemek çok zor.
Bu kadar kritik bir başlığın, böylesine dar bir alanda tartışılması bir bakıma endişe verici. Çünkü burada yeni dönemde nasıl bir Türkiye olacağı sorusunu önemsemeyen, daha kötüsü eski halin devamı için gayret eden bir yaklaşım sözkonusu.
Öncelikle başkanlık gündeminin, kişisel bir arayış ya da tartışma olduğu saplantısından kurtulmak gerekiyor. Bir kez daha vurgulamakta yarar var. Eğer kişiler üzerinden bakacaksak, başkanlık sistemini en net biçimde savunan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın, mevcut konumunda da ne denli güçlü olduğu ortada. Pekala mevcudun devamı üzerinden sistemin ana aktörü olarak yoluna devam edebilir.
Ancak içeriden baktığımızda öncelikli sorun, sistemin sık sık tıkanıp devlet aklını işleyemez hale getirmesi. Bürokratik vesayet deyip sanki sıradan bir sorunmuş gibi aktardığımız büyük tuzağın, siyaseti istediği zaman nasıl kıskaca aldığını hepimiz biliyoruz. Kendisini tehdit altında gördüğü zaman geriye çekilen, ama varlığını koruma yönünde geliştirdiği stratejilerle devleti elinde tutan bu yapının, yani bürokrasinin, mevcut sistemde kontrolü artık mümkün görünmüyor.
Paralel yapı vesilesiyle karşımıza çıkan devlet içinde devlet olma iddiasının, çok geniş anlamda bürokrasinin bitmeyen emeli olduğunu da sıkça hatırlamakta yarar var. Siyasetin ufuk sahibi olması, risk alması, ileriye doğru hamle yapması birşey ifade etmiyor. Devasa bir yapı, sürekli bir kilitleme mekanizması olarak bürokrasi, sizi geriye götürmeyi başarıyor bir şekilde.
Dolayısıyla sanıldığının aksine başkanlık sistemi ‘başkanın adamları’ modeli üzerinden bürokrasinin bu egemenliğini kırabilecek yegane seçenek olarak görülmeli. Başkan kendi ekibini seçecek doğru. Bu durum güçlü bir karar mekanizması ve hızlı bir işleyiş getirecek, bu da doğru. Ama aynı zamanda gelmesini bilen gitmesini de öğrenecek bu sistemde. Asıl önemli olan bu.
İşin bölge ve dünya boyutunda ise çok daha önemli ayrıntılar var. Türkiye’nin başkanlık sistemi yönündeki çabası, yakın çevresindeki çatışma alanlarından bölgesel dönüşüme ve bunun küresel ölçekteki karşılığına kadar geniş bir alanda okunmalı.
İslam dünyasında her geçen gün daha fazla derinleşen ve genişleyen çatışma alanlarında, ki bunların önemli bir bölümü Türkiye’nin yakın çevresinde gerçekleşiyor, olup biten her şey bir şekilde birileri tarafından bir büyük dönüşüm sürecinin adımları olarak planlanmış görünüyor. Birdenbire (!) ortaya çıkan bir örgütün, Suriye ve Irak’tan başlayıp neredeyse tüm dünyaya meydan okuyan eylemlere girişmesi, son olarak Ürdün’ü bile işin içine çeken hamlesi, basit ve sıradan bir planlama olarak görülemez.
Tüm bunları Türkiye’nin içine sıçratmak, bir şekilde dengeleri alt üst etmek için bir çaba olduğunu görmüyorsak zaten konuşulacak bir şey yok. İşte Tayyip Erdoğan bunu görüyor. Gezi ve paralel yapı gibi operasyonların, Türkiye’nin savunma hattını zayıflatmak için atılan adımlar olduğunu, ardından daha büyük hamlenin geleceğini görüyor.
Bu tehlikeye bertaraf edebilecek ve aynı zamanda yükselişini koruyacak bir yeni siyasi anlayış ve modele ihtiyacı var Türkiye’nin. Tayyip Erdoğan niye Merkez Bankası’nı akıl veriyor diyenlerin, niye paralel yapıyla mücadeleyi adeta tek başına yürüttüğünü anlamayanların görmediği nokta burası.