Başkanlık sistemi kimine göre parlamentosuz padişahlık sistemi, kimine göre diktatörlük, kimine göre zavallı bir başkan yönetimi...
1787 yılından beri dünyanın en iyi işleyen demokrasilerinden biri olarak gösterilen Amerika Birleşik Devletleri’nde uygulanan bir sistemden söz ediyorsak ve bu sistemi Kuzey Kore gibi diktatörlükler dışındaki kimse böyle nitelendirmiyorsa, ortada ciddi bir sorun var demektir. Krallığın, yani hanedanlığın reddi üzerine kurulu ilk demokratik sistem olarak ortaya çıkan ABD başkanlık sisteminden söz ediyoruz. Yine de bu şekilde nitelendirmeler yapılıyorsa, meselenin mantığını ortaya koymak şart.
Ancak doğrudan başkanlık meselesini konuşmadan önce tüm bu meselelerin temelinde yatan çok hayati bir soruyu sormakla işe başlayalım: Devlet ne işe yarar?
Gerçekten de demokrasilerde devleti meşrulaştıran temel saik nedir?
Vergiler veririz. Yasalar çıkarsınlar diye yüzlerce milletvekili seçer ve masraflarını karşılarız. Hükümet kurar, emrine neredeyse bütçenin tamamını veririz. Milyonlarca memur çalıştırır ve maaşlarını öderiz. Neden?
Cebimizdeki ‘işgalci güç’
Olağan hayatta, ailemize, yakınlarımız veya komşularımıza yönelik ahlaki sorumluluğumuzun bir ifadesi olanlar dışında, hiçbirimiz belirli bir karşılık olmaksızın maddi bir külfet altına girmek istemeyiz. Hele, onayımız olmadan birilerinin, hesabımızdan para çekmesine asla rıza göstermeyiz.
Peki, cebimizden çıkan kuruşun bu kadar hesabını yaptığımız halde, çalışırken, kazanırken, satarken, alırken, tüketirken, eğitirken, eğitilirken, sürekli vergiler veriyoruz. Aylık toplam kazancımızın neredeyse yarısı, devlet denilen heyulanın kasasına gelir olarak kaydediliyor. Yine de bizden ses seda çıkmadığına göre, bunun mantıklı bir açıklaması olmalıdır.
Bizden kesilen vergiler, onayımıza dayanmıyorsa, demek ki bir devlet sistemi vardır ve bu sistem esasında işgalci bir güce dayanmaktadır. Ona karşı koyacak gücümüz olmadığından dolayı katlanıyoruz. İşgalci güç hem hegemonyasını bize dayatmakta, hem de bu dayatma faaliyetinin doğurduğu masraflarını da bize yüklemekte, yani bir bakıma dişinin kirasını istemekte...
Ancak vergiler açık ya da örtülü onayımıza dayanıyorsa, bu durumda işin içinde farklı bir saik var demektir. Devlet ve anayasa tartışmasını yaparken, sadece devlet iktidarının sınırlandırması tartışmasına odaklanırsak, bu neden devleti yarattığımız sorusunu anlamsızlaştırıyor. Zira tek saik o ise mantıklı olan sonuç, herhalde onu ortadan kaldırmak olmalı.
Ama onu yapmıyorsak durum farklı.
Vergilere onay veriyor ve itaat de ediyorsak bunun bir karşılığının olması gerekir. Bu karşılık nedir?
Demokrasi teorilerinde bunun çeşitli açıklamaları olmuş. Kimi “güvenlik” demiş, kimi “tek başımıza karşılayamadığımız hizmetleri, devlet denilen aygıtı ortaya çıkarmak suretiyle karşılayabiliriz, o yüzden!” demiş. Kimileri de “özgürlüklerimizi hayata geçirmek için” demiş. Hepsi de doğru. Ama hepsinin dayandığı temel bir kabul vardır: Devlet bir aygıttır ve onu da biz yaratırız. Biz yarattığımız için bize hizmet eder, bu hizmetin sağlanması için de harcamalar yapmamız doğaldır. Demokrasilerde devlet ancak böyle meşrulaştırılabilir. Dolayısıyla, devlet denilen şey, bizim tayin ettiğimiz siyasal hedef ve programları gerçekleştirmek, bireysel ve toplumsal hizmetleri yerine getirmek ve güvenliğimizin sağlanması için yarattığımız bir aygıttan başka bir şey değildir. Bu şekilde temel haklarımızı hem koruyucusu, hem de onların gerçekleştirilmesinin imkânıdır. Bu onun varlık nedenidir. Elbette özgürlüklerimiz için tehdit olmamasına da dikkat etmemiz gerekir. Bu husus, onun varlık nedeni değil, ancak bizim özgürlüklerimiz için bir ön şarttır. Zira devletin özgürlüklere tehdit olmaya başlaması, onu, varlık nedenine de yabancılaştıracaktır. Bu yüzden, demokratik bir anayasanın tek “değiştirilemezi”, insan onuruna dokunma yasağı olmalıdır, diyoruz.
Varlığı dert, ya yokluğu...
Bunu nasıl sağlayacağız?
Batılılar bunu özgürlüklerin gerçekleştirilmesinin iki yöntemi üzerinden anlatırlar: “devletten özgürlük” ve “devlet yoluyla özgürlük”.
“Devletten özgürlük” ile özgürlükler güvence altına alınır, insan onuru dokunulmaz kılınır. Başka?
Devletin bir bütün olarak sahip olduğu kudret karşısında tüm bunları nasıl gerçekleştireceğiz? Elbette devletin sahip olduğu kudreti bölerek, her birini ayrı bir organa bırakarak ve bu organlar içinde de yetki dağılımını gerçekleştirerek yaparız. Erkleri hem yatay, yani yasama-yürütme-yargı biçiminde, hem de dikey, yani merkez-yerel biçiminde ayırırız ki, tüm kudret tek elde toplanmasın ve bize tehdit oluşturmasın!
“Devletten özgürlük” böyle sağlanmış olur!
Peki, sırf dıştan bir kudretin, yani devletin, bize tehdit oluşturmaması yetiyor mu?
Devletin inanca, düşünceye, kanaatlere, seyahat, toplanma ve birlikler oluşturma hakkına müdahale etmemesi sorunu çözüyor mu?
Devlet karşısında özgürlüğümüzü sağladık, tamam. Ama sırf sınırlandırmak için de devlet yaratmıyoruz ki. Devletin elini kolunu bağladığımızda elbette bizim için tehdit olmaktan çıkar. Bu durumda, özgürlüklerin en az tehdit altında olduğu anlar, devletin yok olduğu anlardır dememiz gerekir. Devletin varlığı bir dert olabilir, ama yokluğu sanırım daha büyük bir dert.
Bu yüzden, onu meşrulaştırıyoruz, işleyebilir olmasını arzu ediyoruz. Bu yüzden vergi vermekten ve itaat etmekten çekinmiyoruz. Onun varlık amacını demokratik bir anlayışla yeniden tanımlıyoruz.
O halde bu devlet iyi bir şekilde işlemeli ki, varlık amacını gerçekleştirsin, diyoruz.
Batıda buna “devlet yoluyla özgürlük” derler...
Devletin işlemesi ise tartışmasız bir şekilde hükümet modeliyle ilgili bir konudur. Yani hangi hükümet modelini seçtiğimiz, devlet yoluyla ne kadar özgürleşebileceğimizle ilgili bir sorundur.
Haftaya “devlet yoluyla özgürlük” ile Başkanlık Sisteminin mantığı arasındaki ilişkiye değineceğiz.
Vergiler veririz.
Yasalar çıkarsınlar diye yüzlerce milletvekili seçer
ve masraflarını karşılarız.
Hükümet kurar,
emrine neredeyse bütçenin tamamını veririz.
Milyonlarca memur çalıştırır ve maaşlarını öderiz.
Neden?
Bu sorunun cevabını vermeye çalışacağız...