Türk Silahlı Kuvvetler tarihinin İlker Başbuğ Paşa’dan daha medyatik bir Genelkurmay Başkanı olmuş mudur, sanmıyorum.
Medyayı yönlendiren, kullanan, brifing alan, kâh telefonla “alooo” diyerek, kâh kapalı kapılar ardında bizzat karşılıklı oturup talimatla yazı yazdıran paşalarımızın sayısı elbette azımsanacak gibi değil. Ancak Başbuğ kadar bizzat kameraların önüne geçmeyi seven ve zaman zaman işi şova dönüştüren başka bir paşamız olmadı.
Aynada gördüğü “karizmatik yüzün” heba olmasını mı istemiyordu, yoksa medyanın dayanılmaz çekiciliği onu da mı büyülemişti bilmiyorum, ancak ekranları, objektifleri, mikrofonları pek bir seviyordu paşamız...
Hadlerden had beğenin diyerek, parmağının ağırlığını hep üzerimizde hissettirdi...
Bir illüzyonist gibiydi. Sanki hepimizi hipnoz edeceğine inanmış/inandırılmıştı.
***
Kameralar önünde Paşamız, elinde tuttuğu silahın “lav borusu”, İrticayla Mücadele Eylem Planı belgesinin de “kağıt parçası” olduğuna, “bu ülkenin genelkurmay başkanının sözleri bir teminattır” diyerek inanmamızı istiyordu. Bunları yayınlayan medyayı da “TSK’ya karşı asimetrik ve psikolojik bir harekât” yürütmekle suçluyordu.
Kâh düzenlediği basın toplantısında Mehmet Ali Birand’ı “ne biçim soru soruyorsun” diyerek azarlıyor, kâh basın toplantısı için özel olarak seçtiği Oruç Fırkateyni’nden hepimize parmağını sallayarak had bildiriyordu...
Bir sabah kalktık ve İlker Başbuğ Paşa’nın “cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs” suçundan önce gözaltına alındığını sonrasında tutuklandığını gördük. “Terör örgütü yöneticisi” olarak yaftalanmasına da gerçekten üzüldük.
Medyatik Başbuğ Paşamız, “takdir yüce Türk milletinindir” diyordu gözaltına alınırken...
Daha ilk gün gözaltına alındığında “üzüldüğümü” yazmıştım ve duygularımda samimiydim... İlker Paşa medyayla ilişkilerini hâlâ düzenli bir şekilde devam ettiriyor. Açıklama mektuplar kaleme alıyor, teşekkür mektupları yazıyor, avukatları aracılığı ile açıklamalar yapıyor...
İyi de yapıyor.
Biliyorsunuz geçtiğimiz hafta Genelkurmay eski başkanı Hilmi Özkök, Silivri’de Ergenekon davası kapsamında iki gün boyunca ifade verdi...
Bu ifadeleri arasında İlker Başbuğ Paşa’nın da demokrasi konusunda kendisinden farklı düşünmediğini söyledi...
Hilmi Özkök’ün açıklamalarını okurken, gözümün önünden “borulu, kağıt parçalı, parmak sallamalı” süreç bir film şeridi gibi geldi geçti..
Sonrasında Başbuğ Paşa’nın, Ergenekon davası kapsamında Savcı Cihan Kansız’a “law borusu, kağıt parçası ifadelerini kullandığım doğrudur ancak TSK’yı korumak amacıyla söyledim, iyi niyetle söylemiştim o dönem” dediği açıklamalarını hatırladım.
Başbuğ Paşa süreci yönetmek açısından mı böyle davranmıştır, zorunlu bir tavır mıydı sergilediği bütün bunların hepsi yargılama sürecinde ortaya çıkacak ve savcılar, hakimler bunların doğru olup olmadığına karar verecekler.
Ergenekon davasının, Türkiye’nin demokrasi rayına oturabilmesi açısından ne kadar önemli olduğunu defalarca yazdım.
Bu yargılama sürecinde; birincisi, iyi niyetli bir biçimde ancak yanlış tutuklama olmuş olabilir. İkincisi, kişisel hesaplaşmalar çatışmalar sebebiyle yargı yanıltılarak tutuklamalar yapılmış olabilir. Yargı, süreci magazinleştirmek için çaba sarfedenlerin etkisinde de kalmış olabilir.
Bu davada aslolan, asker içerisindeki “devletin asıl sahipleri biziz” mantığının yargılanması ve bunun bir sonucu olarak sürekli siyasi iradeye müdahalenin suç olduğunu, asıl gücün siyasi irade olduğunu göstermekti. Bu bağlamda bu yargılamalarla aslında maksat hasıl oldu.
Demiyorum ki, bütün Silivri’yi boşaltalım.
Ancak tutuksuz yargılanabilecek bir Genelkurmay Başkanının, “kaçma” ya da “delilleri karartma” gerekçesiyle tahliye edilmemesi de, en az Başbuğ’un “boru”su kadar kimseyi inandıramamaktadır.
Bu yüzden de, adalete gölge düşürülmemelidir.